20 Temmuz 2015 Pazartesi

Geçmiş Zamanlardan Bir Bayram Yazısı

                Vaktiyle çalıştığım kurum bünyesinde edebiyatla ilgilenen arkadaşlardan oluşan bir kulüp kurmuştuk. Zaman zaman kulüp için yazılar yayınlardım. O dönemde yazıp sakladığım bir bayram yazısını paylaşmak istiyorum sizinle.
                Nerede o eski bayramlar diye hayıflanacak kadar yaşlı değilim henüz. Bir GSM firmasının reklamında konu edildiği gibi şimdiki bayramlar da güzel diyenlerdenim. Ve gelecek yıllardaki bayramların daha da güzel olacağını ümit etmekteyim. Fakat yine de olduğum yerde durup geçmişe bakmayı seviyorum ve çocukluğumun bayramlarını anmadan edemiyorum.
                Babam askerdi ve meslek hayatının büyük bölümünü İzmir’de tamamladı. Benim ailemle birlikte İzmir’e ilk gelişim puslu bir Eylül sabahına rastlar. Yıllardan 80, Eylülün 12’si, ülkede ihtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı var, Karşıyaka istasyonunda tirenden inen ailemi polisler karşılamış, polis otosuyla bizi eve bırakmışlar. O sabah yaşadığımız bu nahoş karşılamadan mı bilmem İzmir’i hiçbir zaman benimseyemedim.
                O günden itibaren hayatımız İzmir – Balıkesir – Bursa üçgeninde; tiren, otobüs ve en son hususi otomobile tekamül eden ulaşım araçlarıyla yapılan yolculuklar bütününe dönüştü. Belki bu denli çok yolculuk etmemizden ve belleğim üç ayrı şehre bölünmüş olduğundan nerelisin sorusunun cevabı benim için muğlaktı. Babam Dursunbeyliydi, ben de orada doğdum, üç aylık bebekken ayrılıp İzmir’e taşındık. Her tatilde mutlaka ziyarete giderdik. Orayı çok sevmeme ve keyifli vakit geçirmeme rağmen tam olarak oralı sayılmazdım, kendimi misafir gibi hissederdim.
                Bursa annemin doğup büyüdüğü şehirdi. Orada beni doğduğum andan itibaren tutkuyla seven bir dayım ve bize çok düşkün olan yufka yürekli bir dedem vardı. Ananemi ise hiç tanımadım. Annem bana hamileyken kaybetmiş annesini. Bu nedenle Bursa’yı her ziyaretimiz biraz buruk olurdu. Ben anane imgesi bir mezar taşından ibaret olan ve tatillerde ananeye gidip şımarma fırsatı bulan başka çocukları gizli gizli kıskanan bir çocuktum. Belki de ananemin ismini taşıdığım için aile nezdinde kıymetliydim ve bu isim ortaklığı ister istemez herkesin beni onunla özdeşleştirmesine sebep oluyordu. Her akraba ziyaretinde mutlaka ona ne kadar benzediğim, ne kadar güzel bir kadın olduğu, ne iyiliksever biri olduğu ve onu ne kadar erken kaybettiğimiz konuşulurdu. Hal böyle olunca hiç tanımadığı ananesinin hatıralarını dinleyip ağlayan içli bir çocuktum aynı zamanda. Bursa’yı doğduğum yerden daha çok sevmeme rağmen Bursalıyım da diyemezdim. Orası çok sevdiğim insanların yaşadığı şehirdi. Kendimi bildim bileli hayranı olduğum Osmanlının ilk başkenti ve gözbebeğiydi. Padişahlar, şehzadeler, büyük  Allah dostları, başlı başına bir şaheser olan Ulucami bile yeterdi Bursa’yı değerli yapmaya.
                İzmir’e gelince bizim için geçici ikametgahtı. Hangimiz buraya yerleşip kalacağımızı, istesek te ayrılamayacağımızı bilebilirdik ki. İzmir’i tanıyan, bilen yada hiç görmediği halde uzaktan sevenleri hayal kırıklığına uğratmak istemem ama ben bu şehirde sevilecek pek bir şey bulamadım. Ruhum hep yabancı kaldı. Eğer İstanbul’u tanımasaydım; orada duyduğum yakınlık, beni ezelden bir dost gibi karşılayan aşinalık olmasaydı, yersiz yurtsuz bir göçebe gibi hissetmekten hiç kurtulamazdım. Neyse ki İstanbul onca kalabalığına rağmen beni de kabul etti ve her ziyaretimde beni hep aynı sevecenlikle karşılıyor.
                Bayram yazısı diye başlayıp bütün hayatımı özetledim, inşallah sıkılmadınız diye umarak çocukluğumun bayramlarına geçiyorumJ
                Çocukken bayram demek memlekete gidilip sılayı rahim yapılacak demekti. Gerçi biz her tatilde soluğu ya Dursunbey ya Bursa’da alırdık ama bayramda orada olmak hepsinden daha güzeldi. Hayatımın en güzel bayramlarını çocukluğumun ilk devresinde geçirdim. İlkokula başlayana kadar her iki tarafın en küçüğü bendim ve bu sayede prensesler gibi bir çocukluk yaşadım. Her bayram en az üç tane bayramlık kıyafetim olurdu, bayram alışverişinde saç tokasından çantaya, beyaz dantelli çoraplardan kırmızı rugan ayakkabılara kadar her şey düşünülürdü. Bayram sabahına kadar defalarca prova yapar, evin içinde yeni ayakkabılarla dolaşırdım.
                Bayramlıklardan sonra bizi en çok mutlu eden şey bayram harçlıklarıydı. En büyük harçlığı veren en küçük amcam olurdu her zaman. En gıcır parayı verense bankacı olan amcamdı. Eğer tatil uzunsa her iki tarafa da gidilmişse bayramın sonunda küçük bir servete sahibim demekti. Bayram harçlıklarıyla aldığımız çikolata, cips gibi abur cuburları yemek ve bayramyerindeki oyuncaklara binmek, bayramı bayram yapan en güzel şeydi.
                Sonra büyüdük. Harçlıklar azaldı. Kıyafetler artık eskisi kadar önemli değildi. Oyuncaklara binmek yada midemizi bozuncaya kadar abur cubur yemek için fazla büyüktük. Herşeyin rengi değişti. Canlı kırmızılar, maviler, sarılar yerini soluk pembelere, eflatunlara bıraktı. Annemle babama kızıp küstüğüm ve fakültedeki hocama bayramların eski tadı kalmadı diye yazdığım bir bayramın son günü, annem karlı bir yokuştan aşağı kayıp düştü. Yerde kıpırtısız yattığını görmek ve ilk kez bu kadar yakın birini kaybetme ihtimaliyle yüz yüze gelmek hayatımın en korkutucu anıydı. Ambulansla onu İzmir’e taşırken acıdan kendini kaybettiğini, dua etmekten başka elimden bir şey gelmediğini görmek, bayramın başında attığım mesajın ne kadar yersiz ve anlamsız olduğunun bir göstergesiydi. Annem uzun bir tedavi gördü, ağır ameliyatlar geçirdi ve çok şükür iyileşip eski sağlığına kavuştu.
                O günden sonra bayramlara hak ettikleri değeri vermenin anlam ve önemini artık biliyorum. Bayramın aileyle ve eşle dostla geçirilmesi gereken özel zaman dilimleri olduğunu düşünüyorum. Gelecek bayramlarda eğer bir çocuğum olursa, ona mutlaka bayrama özel bir kıyafet almayı ve bayram harçlığı verip gönlünce eğlenmesine müsaade etmeyi hayal ediyorum.

                Gelecek Ramazan bayramınızı şimdiden kutluyor, hepinize sağlık, afiyet ve huzur dolu mutlu bir bayram diliyorum. (18/09/2009)

10 Temmuz 2015 Cuma

Bereketli Bir Ramazan Elhamdülillah

   
         Bu yıl Ramazan çok bereketli geçiyor elhamdülillah. Uzun yıllardır böylesine idrak edememiştim mübarek ayı. Daha önce de bahsetmiştim, Ramazan ayı henüz girmeden Hocanne'nin blogunda yayınladığı "Çocuklu evde Ramazan'a nasıl hazırlanılır?" konulu yazısından çok feyiz aldım. Özellikle çocukları birilerine bırakıp camiye gitmek yada evde kılmak yerine çocuklarla birlikte teravihe gitmek çok iyi bir fikirdi. Çocukları akrabalara bırakıp umreye - hacca gitmeye yada çocukları camilerden, ibadet yerlerinden uzak tutmaya şiddetle karşı olan biri olarak bu tam benlik bir uygulama oldu doğrusu:)

                  Her yıl olduğu gibi bu yıl da TRT'nin Ramazan Sevinci programını takip ediyorum. Serdar Tuncer'in geri dönüşü ayrı bir güzellik oldu benim için. Sahurda Senai Demirci ile Serdar Tuncer'in programları arasında gidip geliyorum, her ikisinin programı da konukları da çok güzel ve özel. İlahiyatçı yazar Ahmet Bulut'u sık sık konuk ettiler. Onun sohbetlerinden çok feyiz aldım, Allah razı olsun hem ondan hem vesile olandan. Kuran'la ilgili yaptıkları bir anketten bahsetti. 5000 kişiyle yapılan bir çalışmanın sonuçlarına göre Türkiyede %85 in evinde Kuranı Kerim var, bu çok iyi bir rakam. Yine aynı çalışmaya göre Türkiye'de %45 in evinde Kuranı Kerimin Türkçe açıklaması var, bu da iyi bir sonuç sayılır, en azından iki kişiden birinin evinde meali şerif var. Şimdi asıl merak edilen soruya geliyoruz, çoğunluğu müslüman olan ülkemizde kaç kişi Yüce Yaratıcının insanlara olan mesajını hayatında bir kez olsun baştan sona okumuş? Sadece %4,5. Ne kadar düşük bir rakam öyle değil mi. Esef ederim ki, eğer ankete ben de dahil olsaydım o 4,5 luk kesime giremezdim. Çünkü zaman zaman bölüm bölüm meal okumalarım olduysa da, hatta 2/3 lik kısmını okumuş olsam da tümünü okudum diyemiyorum hala. Ama bu Ramazan azimliyim bu konuda, meal okumaya en baştan yeniden başladım, karınca misali ilerlesem de okuyorum, bitirmeye kararlıyım inşallah:)

                 Bu yıl havalar çok serin gitti, oruç tutmakta hiç zorlanmadık, susuzluktan harap olmadık çok şükür. Bu da Rabbimin bize bir ikramı oldu diye düşünüyorum. 

                   Geçen Ramazan en çok canımızı yakan İsrail'in Filistine yaptığı bombalı saldırılardı, hala hatırladıkça içim cız ediyor, İsraile lanet okuyorum. Bu yıl da Doğu Türkistan görüntüleri içimizi yaktı, haberleri takip etmek, fotoğraflara bakabilmek bile yürek istiyor. Onlar için çok dua ettik, uzaktan gönderilen bağışlar yaralarına merhem olur inşallah diye ümid ettik ve yaşasın zalimler için cehennem diye kendimizi teselli ettik. Yeryüzündeki zulüm gören tüm kardeşlerimiz her zaman bizim derdimiz olmalı ve onlar için her zaman dua etmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. Fiilen yapabileceğimiz bir şeyler varsa onları da ihmal etmemeliyiz elbette. Mesela biz kendi adımıza İsrail ürünlerini kullanmama, protesto etme fiiline hala devam ediyoruz. 

                   Yetimleri yada mülteci kardeşlerimizi evimizde ağırlama fırsatı bulamadık henüz. Eşimiz dostumuzla iftar yapmaktan öte geçemedi yine bu yılki davetler de. İnşallah fakirlerin, yetimlerin, vatanlarından uzakta olanların bir arada olduğu sofralara hizmet edebilmeyi de nasib eder Rabbim.

                   İki gündür Bursadayız. Hayatımdaki yeri çok büyük olan şehirlerin başında gelir Bursa. Annemin Bursalı oluşuna hep şükrediyorum. Dün Osman Gazi - Orhan Gazi dedelerimizi ziyaret etme fırsatı buldum çok şükür. Her gelişimde olmasa da ara ara uğrarım onlara, dua ederim, hasbihal ederim, eskilere dalarım, keşke o zamanlarda yaşasaydık diye hayıflanırım, gözlerim ve yüreğim dolu olarak ayrılırım yanlarından. Ulucami de olmazsa olmaz duraklardan. Bu sefer çocuklar yanımda değildi, yalnız olarak gittim. İbadet, dua, ortadaki şadırvanın ruhu dinlendiren sesi, mihrabı ve etrafını seyir, Ulucaminin açıldığı günü hatırlamak. Devrin padişahı, camiyi yaptıran büyük hünkar Yıldırım Bayezid, devrin din büyüğü Emirsultan-ı Buhari hazretleri, namazı kıldıran ve Fatiha'nın 7 farklı tefsirini yapan büyük Allah dostu Somuncu baba, daha kimler kimler vardı kimbilir. O günleri hayal etmek bile başka güzel. Eve dönüşte yolumun üstünde olan bir başka Allah dostu Mehmet Muhyiddin Üftade hazretleri, Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerinin mürşidi, Bursa'nın eteklerini bekleyen büyük veli. Ona da uğrayıp, selam verip, dua etmek, huzurunda hürmetle beklemek, manevi azığımızı alıp iftar için eve yollanmak. Ne büyük nimet.

                     İftardan hemen sonra Emirsultanda teravih namazı kılmak için hazırlanmanın heyecanı. Bu kez çocuklar teyzeleriyle Pınarbaşına gittiler, parkta oynamaya, benimle gelin diye ısrar etmedim doğrusu, arada sırada böyle kaçamaklar iyidir. Pek çok büyük camide olduğu gibi avluya hasırlar sermişler. Serin serin namazımızı kıldık, minareleri ve kubbeyi seyreyleyerek duamızı ettik şükürler olsun. Namaz çıkışı bayram yeri gibiydi, hem kalabalık hem şen. Bizde Pınarbaşına gittik çocukların yanına birer çay içelim diye. Çocukluğumun mutlu günlerinin geçtiği tarihi mesire yeri. Yüzlerce yıllık çınar ağaçları, havuz başında içilen çaylar, pınardan akan buz gibi su, parkta oynayan çocukların neşesi, ne mutlu anlar, ne güzel bir Ramazan. Bunu yaşatan Rabbime şükürler olsun.