Vaktiyle
çalıştığım kurum bünyesinde edebiyatla ilgilenen arkadaşlardan oluşan bir kulüp
kurmuştuk. Zaman zaman kulüp için yazılar yayınlardım. O dönemde yazıp
sakladığım bir bayram yazısını paylaşmak istiyorum sizinle.
Nerede
o eski bayramlar diye hayıflanacak kadar yaşlı değilim henüz. Bir GSM
firmasının reklamında konu edildiği gibi şimdiki bayramlar da güzel
diyenlerdenim. Ve gelecek yıllardaki bayramların daha da güzel olacağını ümit
etmekteyim. Fakat yine de olduğum yerde durup geçmişe bakmayı seviyorum ve
çocukluğumun bayramlarını anmadan edemiyorum.
Babam
askerdi ve meslek hayatının büyük bölümünü İzmir’de tamamladı. Benim ailemle
birlikte İzmir’e ilk gelişim puslu bir Eylül sabahına rastlar. Yıllardan 80,
Eylülün 12’si, ülkede ihtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı var, Karşıyaka
istasyonunda tirenden inen ailemi polisler karşılamış, polis otosuyla bizi eve
bırakmışlar. O sabah yaşadığımız bu nahoş karşılamadan mı bilmem İzmir’i hiçbir
zaman benimseyemedim.
O
günden itibaren hayatımız İzmir – Balıkesir – Bursa üçgeninde; tiren, otobüs ve
en son hususi otomobile tekamül eden ulaşım araçlarıyla yapılan yolculuklar
bütününe dönüştü. Belki bu denli çok yolculuk etmemizden ve belleğim üç ayrı
şehre bölünmüş olduğundan nerelisin sorusunun cevabı benim için muğlaktı. Babam
Dursunbeyliydi, ben de orada doğdum, üç aylık bebekken ayrılıp İzmir’e
taşındık. Her tatilde mutlaka ziyarete giderdik. Orayı çok sevmeme ve keyifli
vakit geçirmeme rağmen tam olarak oralı sayılmazdım, kendimi misafir gibi
hissederdim.
Bursa
annemin doğup büyüdüğü şehirdi. Orada beni doğduğum andan itibaren tutkuyla
seven bir dayım ve bize çok düşkün olan yufka yürekli bir dedem vardı. Ananemi
ise hiç tanımadım. Annem bana hamileyken kaybetmiş annesini. Bu nedenle
Bursa’yı her ziyaretimiz biraz buruk olurdu. Ben anane imgesi bir mezar
taşından ibaret olan ve tatillerde ananeye gidip şımarma fırsatı bulan başka
çocukları gizli gizli kıskanan bir çocuktum. Belki de ananemin ismini taşıdığım
için aile nezdinde kıymetliydim ve bu isim ortaklığı ister istemez herkesin
beni onunla özdeşleştirmesine sebep oluyordu. Her akraba ziyaretinde mutlaka
ona ne kadar benzediğim, ne kadar güzel bir kadın olduğu, ne iyiliksever biri
olduğu ve onu ne kadar erken kaybettiğimiz konuşulurdu. Hal böyle olunca hiç
tanımadığı ananesinin hatıralarını dinleyip ağlayan içli bir çocuktum aynı
zamanda. Bursa’yı doğduğum yerden daha çok sevmeme rağmen Bursalıyım da
diyemezdim. Orası çok sevdiğim insanların yaşadığı şehirdi. Kendimi bildim
bileli hayranı olduğum Osmanlının ilk başkenti ve gözbebeğiydi. Padişahlar,
şehzadeler, büyük Allah dostları, başlı
başına bir şaheser olan Ulucami bile yeterdi Bursa’yı değerli yapmaya.
İzmir’e
gelince bizim için geçici ikametgahtı. Hangimiz buraya yerleşip kalacağımızı,
istesek te ayrılamayacağımızı bilebilirdik ki. İzmir’i tanıyan, bilen yada hiç
görmediği halde uzaktan sevenleri hayal kırıklığına uğratmak istemem ama ben bu
şehirde sevilecek pek bir şey bulamadım. Ruhum hep yabancı kaldı. Eğer
İstanbul’u tanımasaydım; orada duyduğum yakınlık, beni ezelden bir dost gibi
karşılayan aşinalık olmasaydı, yersiz yurtsuz bir göçebe gibi hissetmekten hiç
kurtulamazdım. Neyse ki İstanbul onca kalabalığına rağmen beni de kabul etti ve
her ziyaretimde beni hep aynı sevecenlikle karşılıyor.
Bayram
yazısı diye başlayıp bütün hayatımı özetledim, inşallah sıkılmadınız diye
umarak çocukluğumun bayramlarına geçiyorumJ
Çocukken
bayram demek memlekete gidilip sılayı rahim yapılacak demekti. Gerçi biz her
tatilde soluğu ya Dursunbey ya Bursa’da alırdık ama bayramda orada olmak
hepsinden daha güzeldi. Hayatımın en güzel bayramlarını çocukluğumun ilk
devresinde geçirdim. İlkokula başlayana kadar her iki tarafın en küçüğü bendim
ve bu sayede prensesler gibi bir çocukluk yaşadım. Her bayram en az üç tane
bayramlık kıyafetim olurdu, bayram alışverişinde saç tokasından çantaya, beyaz
dantelli çoraplardan kırmızı rugan ayakkabılara kadar her şey düşünülürdü.
Bayram sabahına kadar defalarca prova yapar, evin içinde yeni ayakkabılarla
dolaşırdım.
Bayramlıklardan
sonra bizi en çok mutlu eden şey bayram harçlıklarıydı. En büyük harçlığı veren
en küçük amcam olurdu her zaman. En gıcır parayı verense bankacı olan amcamdı.
Eğer tatil uzunsa her iki tarafa da gidilmişse bayramın sonunda küçük bir
servete sahibim demekti. Bayram harçlıklarıyla aldığımız çikolata, cips gibi
abur cuburları yemek ve bayramyerindeki oyuncaklara binmek, bayramı bayram
yapan en güzel şeydi.
Sonra
büyüdük. Harçlıklar azaldı. Kıyafetler artık eskisi kadar önemli değildi.
Oyuncaklara binmek yada midemizi bozuncaya kadar abur cubur yemek için fazla
büyüktük. Herşeyin rengi değişti. Canlı kırmızılar, maviler, sarılar yerini
soluk pembelere, eflatunlara bıraktı. Annemle babama kızıp küstüğüm ve
fakültedeki hocama bayramların eski tadı kalmadı diye yazdığım bir bayramın son
günü, annem karlı bir yokuştan aşağı kayıp düştü. Yerde kıpırtısız yattığını
görmek ve ilk kez bu kadar yakın birini kaybetme ihtimaliyle yüz yüze gelmek
hayatımın en korkutucu anıydı. Ambulansla onu İzmir’e taşırken acıdan kendini
kaybettiğini, dua etmekten başka elimden bir şey gelmediğini görmek, bayramın
başında attığım mesajın ne kadar yersiz ve anlamsız olduğunun bir
göstergesiydi. Annem uzun bir tedavi gördü, ağır ameliyatlar geçirdi ve çok
şükür iyileşip eski sağlığına kavuştu.
O
günden sonra bayramlara hak ettikleri değeri vermenin anlam ve önemini artık
biliyorum. Bayramın aileyle ve eşle dostla geçirilmesi gereken özel zaman
dilimleri olduğunu düşünüyorum. Gelecek bayramlarda eğer bir çocuğum olursa,
ona mutlaka bayrama özel bir kıyafet almayı ve bayram harçlığı verip gönlünce
eğlenmesine müsaade etmeyi hayal ediyorum.
Gelecek
Ramazan bayramınızı şimdiden kutluyor, hepinize sağlık, afiyet ve huzur dolu
mutlu bir bayram diliyorum. (18/09/2009)