28 Nisan 2015 Salı

Ateşle İmtihanımızın Adı: Fatma Zehra


              Fatma Zehra benim ilk bebeğim, kabul olunan dualarımın en büyüğü, en kıymetlisi, en değerlim, göz bebeğim. Bir eylül günü aldım onu kollarıma. Öylesine küçüktü ki, dokunmaya korkardınız. O güne dek tattığım duyguların en güzeliydi onunla kucaklaşmak. Bu mutluluğumuz üç gün sürdü. Dördüncü gün aile hekimine topuğundan kan aldırmak için gittiğimizde hemşirelerde bir telaş vardı bana belli etmek istemeseler de. Meğer ateşi varmış kuzumun, sıcaklığını fark etsem de ateşi olabileceğini akıl edemedim anneliğin o ilk günlerindeki şaşkınlık ve acemilikle. Neredeyse 39 un üstünde bir ateş ölçtüler, daha o dakika ağlamaya başladım ne yapacağımı bilemeden. Sakinleştirmeye çalışıp bir çocuk hekimine gösterin hemen diyerek uğurladılar bizi. İlk gittiğimiz hastanede yaşlı bir çocuk hekimiyle karşılaştık. Engin tecrübesiyle hemen koydu teşhisi, yeterince anne sütü alamadığı için susuz kalmış, o yüzden çıkmış ateşi, yine de çocuk hastanesine götürüp tetkik ettirseniz iyi olur dedi. Demek susuz kalmıştı yavrum, halbuki göğüslerim sütle dolup taşıyordu. Ben onu her göğsüme aldığımda emzirdim sanıp bırakıyordum, ne kadar süt çektiğini doyup doymadığını anlamıyordum. Orada olgun yaşta bir hemşire ilgilendi benimle, göğüslerim tam boşalmadığı için futbol topu gibi sertleşmişti, bu kadar sert bir göğsü tutup ememez bebek, bunların pompayla sağılıp boşalması lazım, sağdığın sütü verirsin bebeğe, bir şeyi kalmaz merak etme diyerek rahatlattı bizi. Allah ondan razı olsun. Böylece ilk günlerde süt pompalarının yeni anneler için ne kadar önemli bir işlevi olduğu ilk ondan öğrenmiş oldum. 

            Keşke o gün bebeği alıp evimize dönseydik, Çocuk Hastanesine götürmeseydik keşke. Acilden giriş yapıp ateşi var dediğimizde, yeni doğanlarda yüksek ateş çok riskli olduğundan hemen yatış kararı aldılar. Buraya kadar herşey normaldi. Yenidoğan yatan hasta servisinde bir hemşire Fatma Zehra'yı soydu, kıyafetlerini bana verdi, koluna bir bant takıp ismini yazdı sonra da gözden kayboldu. Bense giriş kapısında elimde bebeğimin kıyafetleriyle kalakaldım. Asıl o zaman anladım neler olduğunu, dünya başıma yıkıldı sanki. Çocuk Hastanesinin yeni doğan yatan hasta servisine refakatçi almıyorlarmış meğer, enfeksiyon riski ve daha önce yaşanan bebek ölümleri yüzünden. Ben bebeğime yatış kararı çıktığında yanında kalacağımı sanıyordum, böyle olacağını bilsem onu alır başka hastane arardım, kesinlikle teslim etmezdim. Bunun nedeni hastaneye güvenmiyor oluşum değil sadece ondan ayrılmaya hazır olmayışımdı. Annem, eşim ve ben saatlerce kapıda bekleyip birilerinin bize bilgi vermesini bekledik. Saatler boyu ağladım. O anda bebeğimin ateşi, ona iyi bakıp bakmayacakları yada durumunun ciddi olup olmaması değildi beni üzen. Sadece ondan ayrıyım diye ağlıyordum, sanki onu kaybetmişim bir daha kucağıma alamayacakmışım gibi hissediyordum. Eşime yalvardım nolur onu geri al, başka hastaneye götürelim diye. Burada iyi bakılacaksa niye başka yere götürelim, önemli olan ona doğru müdahalenin yapılması, sabredip beklemekten başka çaremiz yok diyerek beni avuttu. Sonunda bebeğimi orada bırakmak zorunda olduğumu kabul edip ellerim boş eve geri döndüm. Kıyafetlerini koklayıp koklayıp ağlamaya devam ettim. Şu yazdıklarımı anne olmayanlar anlayamaz. Anne olup ta bundan daha zor imtihanlar geçirmiş olanlar da çok abarttığımı düşünecektir. Fakat ben o güne kadar daha zorunu yaşamamıştım. Ve benim için  o anda yaşadığım tahammülü çok zor bir şeydi.

                    O gece Fatma Zehra hastanede kaldı, biz evimizde onsuz uyuduk. Ertesi sabah erkenden hastaneye gittik, durumuyla ilgili bilgi almaya çalıştık. Ateşinin düştüğünü ama sarılık riski olduğu için hastanede kalmaya devam edeceğini söylediler. Bazı bebekleri anneleri emzirsin diye üç saatte bir emzirme odasına getiriyorlardı, oraya gelemeyecek durumda olan bebekler için anneler elektrikli süt sağma makinelerinde sütlerini sağıp bırakıyorlardı. Fatma Zehra ışık altında sarılık tedavisi gördüğü için onu emzirme odasına getirmiyorlardı, ben üç saatte bir sütümü sağıp bırakıyordum. Evimiz yakın olduğu için bütün gün orada beklemek yerine üç saatte bir hastaneye gidip işimiz bitince geri dönüyorduk. Yaklaşık üç gün boyunca bu durum böyle devam etti. Sezeryanla doğum yapmıştım, dikişlerim çok yeniydi, doğumdan sonra doğru dürüst dinlenme fırsatı bulamadan yollara dökülmek zorunda kaldım. Ve o gidiş gelişler beni çok yıprattı. Şimdi düşününce o günleri, nasıl dayanmışım, Allah nasıl bir güç vermiş ki düşüp bayılmadan atlatabilmişim o süreci diye şaşırmadan edemiyorum. Zehra'yı almaya gideceğimiz gün Ramazan Bayramının ilk günüydü. Ve bayram şekerimiz olmadan yaptık bayram sabahı kahvaltıyı. Herkesin boğazına dizildi lokmalar. Kahvaltıdan hemen sonra heyecanla gittik hastaneye. Servisin kapısındaki güvenlik görevlisi emzirme saati geçti, şu anda bebeği göremezsiniz bugün taburcu olup olmayacağını da bilmiyorum, şimdi gidin üç saat sonra gelirsiniz deyip bizi başından savdı. Nasıl bir çaresizlikti Allahım, nasıl sabrettik o anda bilmiyorum. Kendimi sokaklara atıp ağladığımı artık dayanamıyorum diye bağırdığımı hatırlıyorum. Normalde böyle bir durumda eşimin yetkili birini bulup bilgi alması ve bebeğimizi ne yapıp edip oradan çıkarması gerekirdi. Çünkü riskli durumu atlatmıştı ve hastanede kalması için hiçbir neden yoktu. Fakat ikimiz de öylesine şaşkındık ki, bunu akıl edemiyorduk üzüntüden. Neyse ki biraz daha bekledikten sonra artık taburcu olması için bir engel olmadığını yetkili birinden duyup bebeğimizi hastaneden çıkardık. Bayram bizim için yeni başlıyordu. Zehra'ya sıkı sıkı sarılıp bir daha seni bırakmayacağım, bir daha hiç ayrılmayacağız diye fısıldıyordum kulağına.

             Söz verdiğim gibi bir daha onu bırakmadım. O ilk ayrılık benim için çok büyük bir travmaydı, sonraki günler haftalar ve aylar boyunca Fatma Zehra'nın yanından hiç ayrılmadım. Hatta çoğu gün akşam olup eşim eve geldiğinde evde yemek bulamazdı. Çünkü ben tüm gün bebeğin yanında oturup onu izlerdim. Aradan aylar geçip işe dönme vakti geldiğinde onu bırakıp gidemeyeceğimi hissediyordum ve işten ayrılma kararı aldım. Bu ikimiz için de en doğru olandı. Bu sayede huzurlu bir annelik süreci yaşadım ve zorunlu olarak birbirimizden ayrılmadık bir daha.

                Yazının en başında ateşle imtihan demiştim, bu sadece yukarıda bahsettiğim olayla sınırlı kalmadı elbette. Fatma Zehra çok sık hastalanan bir bebekti. Büyüdükçe bu durum değişmedi. Sık sık enfeksiyona yakalanan, her defasında ateşi tavana vuran, iki üç gün boyunca devam eden yüksek ateş ve sıtmalanma durumu sürekli tekrarlanan bir çocuk oldu maalesef. Bağışıklık sistemini güçlendirmek için ne yaparsak yapalım, hangi koruyucu tedaviyi uygularsak uygulayalım, hastalıktan kurtulamadık. Belki nazardan, belki narin yapılı oluşundan, belki bütün çocuklar böyle büyüyor da ondan, belki de hepsi birden. Artık ateşi nasıl düşüreceğim konusunda uzman oldum ve bu durumu soğukkanlılıkla karşılamayı öğrendim. Allah bundan daha büyük dertler vermesin diye dua ediyorum. İmtihanımız daha zor olmadığı için Allah'a şükrediyorum. Cümlemizin çocuklarını korusun Rabbim, nazarlardan ve kazalardan. 

18 Nisan 2015 Cumartesi

Sabır ve Şükür Meselesi



                Bugün evimde çok kıymetli misafirlerim vardı. Biri çocukluk arkadaşım, bankada çalıştığım yıllardan beri en yakın dostum Mukadder, diğeri de hem Mukadder hem de çalıştığım  kurum vesilesiyle tanışıp dost olduğumuz kıymetli büyüğüm Gülizar Abla. İkisi de benim için çok değerlidir, görüşlerine fikirlerine çok önem veririm ve her bir araya gelişimizde mutlaka gündelik sorunlara dair farklı bakış açısı geliştirmeme yardımcı olan pozitif insanlardır.

                Bugün bizimle birlikte annem de vardı ve kendi hayatıyla ilgili üzüldüğü bazı hadiselerden bahsedip halinden şikayet eder tarzda konuştu. Malesef bu benim de sık sık yaptığım ve vazgeçmeye çalıştığım bir huydur. Bunun üzerine Gülizar abla dedi ki, hepimizin hayatında karşılaştığı bazı sorunlar ve sıkıntılar var. Hepimizin bir imtihan vesilesi var ve dil ile Allah'tan ne gelirse razıyız diyorsakta aslında kalben razı olamıyoruz, bu yüzden şikayet ediyoruz. Çok güzel bir noktaya vurgu yaptı bence, çünkü gerçekten bazen bir sıkıntıyla karşılaştığımızda dil ile sabır desek bile hal ile sabır göstermekte zorlanıyoruz. Tam olarak içimize sindirememiş olmaktan kaynaklanıyor bence bu durum. Aynı şey şükür için de geçerli, öyle çok şükür nedenimiz var ki, bunların çoğunun farkında bile değiliz. Hatta kaybetmedikçe onların birer şükür vesilesi olduğunu bile fark etmeyiz çoğu zaman.

                Önce sabır konusunu konuşmak isterim. Sabır nedir, neye neden sabır etmek gerekir? Bazen hiç beklemediğimiz bir anda hayatımızı alt üst eden büyük bir olay yaşarız; ciddi bir hastalık gibi, iflas edip malı mülkü kaybetmek gibi, en değerli varlığımız göz nuru bir evladın kaybı gibi. Bu bahsettiğim olaylar kimin başına gelirse gelsin ciddi sarsıntıya yol açar, sabırla mukabele edebilmek, tevekkül göstermek her yiğidin harcı değildir. Ne mutlu imtihanı böyle büyük olduğu halde gerçekten sabır gösterebilenlere. Bir de gündelik hayatta yaşadığımız küçük küçük olaylar ve bunlara gösterilen yada çoğunlukla gösterilemeyen sabır konusu var. En yakınlarımızla; eşimizle çocuklarımızla bazen anne babamızla yaşadığımız sorunlar, iş hayatında karşılaştığımız sorunlar, maddi sorunlar, sahip olmak isteyip te olamadıklarımız, yaptığımız ama kabul olunmayan dualar. Bunlar ilk anda aklıma gelen ve hayat boyu bizi meşgul eden sorunlardan bazıları. Bu sorunlar hayatımızın büyük kısmını oluşturuyor ve çoğu zaman bizi mutsuz eden hatta depresyona kadar götüren nedenlerin başında geliyor. Biz bu sorunlarla niye baş edemiyoruz, niye  tahammül edemiyoruz, niye mutsuz oluyoruz. Çünkü bunların Allah'ın takdiri olduğunu, bizim için yazılmış ilahi bir yazı olduğunu, ne yaşıyorsak bunların hepsinin birer imtihan vesilesi olduğunu unutuyoruz. Bunu sık sık kendimize hatırlatmamız gerek, bunların hepsi benim için takdir edilmiş olan bir kader, bunlar benim imtihanımın parçası, bunlar gelip geçici sıkıntılar, ömür gibi bir gün bunlar da bitecek geriye sınavı verip veremediğimiz sorusunun cevabı kalacak. Böyle düşünebilirsek, sorunlarımıza sıkıntılarımıza böyle yaklaşabilirsek hem tahammül etmek kolaylaşacak, hem de herşeyin Allah'ın takdiri olduğu fikrini lafta bırakmayıp içselleştirmiş olacağız.

                Sabır meselesi madalyonun bir yüzüyse diğer yüzü de şükür. Eğer sabretmemiz gereken bir derdimiz yoksa şükretmemiz gereken çok şey var demektir. Öyle insanlar da varki, dertleri sıkıntıları olsa bile kendilerine şükür nedenleri bulabiliyor ve her vesileyle Allah'a teşekkür etmeye devam ediyorlar. Sabrın da şükrün de en güzel örneklerini peygamberler tarihinde bulmak mümkün. Nasıl Hz.Eyyub (as) ve Hz.Yakub (as) sabrıyla meşhur peygamberlerse Hz.İbrahim (as) ve Resullullah Efendimiz (sav) de çok şükreden peygamberlerin başında geliyor. Günümüzden bir örnek vermek gerekirse yakın zamanda instagramda görüp tanıdığım, kendisi de çok takip edilen bir blog sahibi olan benokız da şükür kelimesinin yaşayan timsali gibi. Bundan önceki hayatında da sahip olduğu herşey için devamlı surette şükreden biri miydi bilemiyorum, eskiden onu tanımıyordum. Fakat yakın zamanda ciddi bir kanser türüne yakalandığını, tedavisinin oldukça ağır şartlarda devam ettiğini ve tüm bunlara rağmen her gün küçük vesilelerle şükür etmeye devam edip bunu sürekli dile getirdiğini biliyorum. Çok yakınımda benzer bir süreci biz de yaşıyoruz ve yakinen biliyorum ki, kanserli birinin moralini yüksek tutabilmesi, tedavi sürecinde karşılaştığı sıkıntılara tahammül etmesi ve herşeye rağmen şükretmeye devam edebilmesi çok kolay bir şey değil. Bu kız bu anlamda kendisi gibi hasta olan herkese aslında çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Diğer yandan şikayet etmek yerine şükretmeye devam ederek kendi moralini her zaman yüksek tutmayı başarıyor ve inşallah Allah nezdinde de imtihanı başarıyla verenlerdendir diye ümit ediyor ve ona en yakın zamanda sağlık afiyet diliyorum. Tabi kendi adıma da dersler çıkarıyorum onun hikayesinden. Çünkü malesef çok şükreden bir kul olamadığım gibi eften püften şeyler için sık sık şikayet eden bir kul olmaktan dolayı utanıyorum.


                İnşallah hepimiz sıkıntı anında hakkıyla sabredenlerden ve sahip olduğumuz nimetlere hakkıyla şükredenlerden oluruz.

11 Nisan 2015 Cumartesi

Orman Kaşifleriyle Bir Gün


          Geçtiğimiz haftasonu İnciraltı Kent Ormanında bir doğa yürüyüşüne katıldık kızlarla beraber. Kiraz Şekeri Anaokulu ve Usturlab Çocuk Atölyesinin ortak etkinliğiydi. Fatma Zehra geçen yaz sevgili arkadaşım Betül'ün güzel okulu Kiraz Şekeri'ne gitmişti. Aslında okulu sadece güzel diye tanımlamak çok eksik kalır, onu ayrı bir yazıda uzun uzun anlatmak lazım:) Okulun kısa süreliğine de olsa eski talebesi olunca sağolsunlar bu etkinliğe bizi de davet ettiler. 

          O gün hava güneşliydi ve yürüyüş için seçilen İnciraltı Kent Ormanı da gayet uygundu bizim için. Program başlamadan epey önce gitmiştik, önce kızlarla kendi başımıza biraz dolaştık. Orada da karşımıza çıkan erguvan ağaçlarını fotoğrafladık, ben kendi kısıtlı bilgi birikimimle kızlara çiçekleri tanıttım, uçurtma uçuran bir dedeyle torunu izledik, henüz yeni yeni açmaya başlamış mor salkımları ziyaret ettik, kızlar biraz taş topladı ve  nihayet etkinliğin yapılacağı yere varıp gruba katıldık. Yeşil çimenlerin üzerine rengarenk minderler atılmıştı, onların üzerine oturup güneşin ve temiz havanın tadını çıkardık. Fatma Zehra öğretmenleriyle ve eski arkadaşlarından bazılarıyla görüştü, Meryem'i onlarla tanıştırdı, ortama ayak uydurmakta ve sosyalleşmekte pek zorlanmadı:) İlk grup toplanınca yürüyüş başladı. Veliler eğer isterse çocuklara katılabilir denmişti, Fatma Zehra bizim de eşlik etmemizi istiyordu, üstelik ben de daha önce hiç böyle grupla yürüyüşe katılmamıştım bu fırsatı kaçırmak istemedim:) 

            Çocuklar ve öğretmenleri önde Meryem'le ben arkada yürümeye başladık. Çocukların her birine birer bez çanta ve birer de büyüteç verilmişti. Ellerindeki büyüteçlerle öğretmenin gösterdiği her şeyi yakından incelediler. Ağaçların köklerini, yapraklarını, çiçeklerini, böcekleri, velhasıl gördükleri her şeyi. Bazı şeyleri daha sonra daha yakından inceleyip defterlerine yapıştırmak üzere toplayıp çantalarına attılar. Kah koşarak, kah yürüyerek yaklaşık 1,5 saati tamamladık. Fatma Zehra çok yakından takip etmedi, öğretmenden ziyade benim etrafımda dolandı ve söylenenleri yapmakta biraz isteksizdi ama yine de ilgisini çekenleri toplayıp çantasına atmayı ihmal etmedi. Öğretmenin tanıttığı küçük mavi çiçeklerin ismine itiraz etti, çünkü ben onlar için mine çiçeği demiştim, öğretmen başka bir isim söyledi, çocuk hiç tereddüt etmeden benim verdiğim bilgiyi doğru kabul etti:) Meryem'de bizimle birlikte yürüyüşe katıldığı için birkaç kez bu benim kardeşim, o da bizimle gelebilir mi deyip öğretmenin ilgisini çekmeye çalıştı ve sonunda başardı, tamam o da bizimle gelsin yanıtını aldı:) 1,5 saatlik yürüyüşün sonunda oturup yarım saat boyunca faaliyet yaptılar. Yolda topladıkları bitkileri beyaz kartonların üzerine yapıştırdılar. Bez çantaların içindeki defterlere resim yaptılar, sanırım bu faaliyet kısmı Zehra'nın daha çok hoşuna gitti ve ilgiyle katıldığını gördüm. Yine Meryem ablasının hemen yanındaydı ve o da beyaz bir kartona birkaç çiçek yapıştırdı. Onlar bu faaliyete katılırken biz de bankadan eski arkadaşım Semra ile sohbet etme fırsatı bulduk. Yani bu orman yürüyüşü çocuklara da bana da çok iyi geldi. 

            İnciraltı Kent Ormanına mor salkımlar biraz daha büyüdüğünde yine gidebilmek ümidiyle oradan ayrıldık. Çocuklar için mutlu bir hatıra, benim için de tatlı bir yorgunluk ve güzel fotoğraf kareleri kaldı:)

Ufka Yolculuk Kültür Yarışmaları

         Zinde Gençlik Spor ve İzcilik Kulübünün üç yıldır düzenlediği yarışmalar var. Bunlardan ilki Ömer Nasuhi Bilmen'in İlmihalinden hazırlanan sorulardan oluşuyordu. Ben maalesef o ilk yarışmadan hiç haberdar olmadım. İkinci yıl yapılan yarışmanın konusu Kuran-ı Kerim mealiydi ve Feyzül Furkan'dan sorumluyduk. Bu ikinci yarışmaya bir grup arkadaşla beraber kayıt olup, topluca hazırlandık. Yani her hafta birimizin evinde oturup sayfalarca meal okuduk. Daha önce de meal ve tefsir okuma çalışmalarım olmuştu kendi çapımda ama bu okumalar hem grup halinde yapıldığı hemde düzenli ve sürekli olduğu için çok daha faydalı oldu. Ben kayıt esnasında hata yaptığım için son anda sınava giremeyeceğimi öğrendim ve çok üzüldüm fakat tabi ki okumalar boşa gitmedi, manevi anlamda kar hanesine yazıldı:)

         Bu yılki yarışmanın konusu Sevgili Peygamber Efendimizin (sav) hayatıydı ve kaynak olarak Prof. Dr. İsmail L. ÇAKAN ile N. Mehmed SOLMAZ' ın ortak çalışması olan Kuran-ı Kerim'e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi kitabı seçilmişti. Bu sefer kaydımı doğru olarak yaptım ve gidip kitabı temin ettim. İlk elime aldığımda hayal kırıklığına uğradım çünkü daha önce hiç karşılaşmadığım bir eserdi ve tam 700 sayfaydı. Fakat okumaya başlayınca korkumun yersiz olduğunu anladım, çünkü çok akıcı bir dille yazılmıştı ve okunması keyifliydi. Böylece ilk okumayı kısa sürede bitirdim. Sınava az bir süre kala ikinci kez okumaya başladım ve altını çizdiğim satırlardan kısa özetler çıkarmaya başladım. Yani bu seferki yarışmayı epey ciddiye aldım, nerdeyse bir üniversite öğrencisi titizliğiyle çalıştım. Çok şükür karşılığını da aldım :)

           Bu yarışmaların gayesi nedir derseniz; insanları okumaya teşvik etmek. Önce dinin temel esaslarının yer aldığı ilmihal, sonra Rabbimizin bize gönderdiği yüce mesajı Kuran-ı Kerim ve son olarak yüce Nebinin Hayatı, bir müslümanın hayatında bir kez olsun okuması gereken üç temel kitap belki de. Ben bu anlamda yapılan çalışmayı çok anlamlı ve faydalı buluyorum. Elbette yarışmalarda başarılı olanlara maddi ödüller de veriliyor fakat daha mühimi insanların bu yarışma vesilesiyle okuyup öğrendikleri ve hayatına aksedenler aslında. Mesela biz geçen sene arkadaşlarla meal okurken pek çoğumuzun daha önce hiç duymadığı ayetler duyduk, üzerinde konuştuk, hayret ettik, hayran olduk, dersler çıkardık. Hepimiz için çok faydalı olduğuna eminim, inşallah bunun devamını getirmek te nasip olur. Aynı şekilde bu yıl girdiğim yarışma sayesinde pek çok şey öğrendim. Efendimizin (sav) hayatını daha önce pek çok kaynaktan okumuştum kitapta geçenlerin çoğunu zaten biliyordum ama hem yeniden hatırlamış oldum hem de pek çok olaya karşı farklı bir bakış açısı geliştirmiş oldum. Üstelik ben kitabı okuyup çalışırken beni izleyen sevgili kızlarım da bu çalışmadan olumlu etkilendiler, mesela büyük kızım rüyasında Efendimizi gördüğünü söyledi ben sınava girdikten birkaç gün sonra, ailecek çok etkilendik ve mutlu olduk. İnşallah O'nun (sav) hayatını layıkıyla öğrenip O'na (sav) benzemeye çalışanlardan oluruz.

             Sınavın sonucu henüz açıklanmadı, bir şey kazandım mı bilmiyorum ama çalışmalarım işe yaradı ; 100 soruda 93 net yaptım :) Umre ödülünü kazanamasam da yeni bir tablet yada telefon gelebilir belki kimbilir :)

               Sonuçlar açıklandı, İzmir genelinde 24. oldum, ilk 20 ye ödül verildi ben bişey kazanamadım, kısmet değilmiş😊


Bir Erguvan Sevdalısı


        Her yıl baharı pespembe çiçekleriyle karşılayan erguvan ağaçlarını bilir misiniz. Yılda sadece bir kez çiçek açar ve bu dönem sadece birkaç hafta sürer. Eğer şanslıysanız ve yakınınızda bir erguvan ağacı varsa baharı size herkesten önce o müjdeler ve kısa süreliğine de olsa o güzelim çiçekleri izlemeye doyamazsınız. 

          Ben bir erguvan ağacına vurulduğumda henüz çocuktum. Okula giderken görürdüm onu. Bahar gelip çiçek açtığında yanından geçerken fark etmemek imkansızdı. Otobüsle geçerken sadece bir iki dakikalığına görebilirdim ama o bile yeterdi. Çiçekleri öyle çok ve öyle pembeydi ki, her bahar açmasını heyecanla bekler oldum  ve yıllar boyu ağaçla aramızda bir bağ oluştu sanki. Asıl tuhaf olansa ne ağacı olduğunu bilmiyordum o zamanlar:) 

      Sonraları İstanbul'da Boğaziçinde pek çok erguvan ağacı olduğunu, baharda meraklısıyla erguvan turları yapıldığını, Bursa'nın da erguvan ağaçlarının meşhur olduğunu hatta erguvan bayramı kutlandığını falan öğrendim. Erguvanlara olan ilgim ve hayranlığım derinleşti. Boğaziçindeki erguvanlarla ilk kaynaşmamız 2010 yılının Nisan ayına kısmet oldu. İzmir'de erguvanlar çok erken çiçek açar ve çabuk yeşillenir fakat İstanbul'da Nisan sonu Mayıs başı gibi açıyorlar. Hem balayında hem de bir sonraki yıl tatilimizi İstanbul'da geçirdiğimiz halde ne lalelere nede erguvanlara yetişemedik. Fatma Zehra'ya hamile olduğum yıl tatili her zamankinden biraz öne aldık, Nisan sonunda İstanbul'daydık. Hem hala solmamış laleler vardı bahçelerde hemde erguvanlar olanca haşmetiyle bizi bekliyordu. O ne cümbüştü Allahım, koruları gezmeye doyamadım. Her erguvan gördüğümüz yere gittik, bol bol fotoğraf çektik, resmen aşık oldum onlara ve tabi eşimde benim bu halime sabretti sağolsun:)

        2012 yılının Nisan ayında asker olan kardeşimi ziyaret için Kıbrıs'a gittik. Hem kardeşimi göreceğim hem de daha önce gitmediğim bir yeri keşfedeceğim için heyecanlıydım fakat daha havaalanından çıkar çıkmaz bizi ilk karşılayan şeyin pespembe açmış erguvan ağaçları olacağını hiç sanmazdım, kimse de bunu bana söylememişti gitmeden. Öyle şaşırdım ve öyle sevindim ki, adım başı karşılaştığımız erguvan ağaçları sayesinde Kıbrıs ziyareti bir bayrama dönüştü benim için. Hem Lefkoşe'de hem de Girne'de çok fazla erguvan ağacı vardı ve sıcak iklim sayesinde erken çiçek açmışlardı. Üstelik sadece onlar da değil, mis kokulu çiçekler açmış portakal ağaçları sayesinde bütün Girne sokakları çiçek kokuyordu. Kokusunu en sevdiğim ağacın portakal ağaçları olduğunu öğrendim böylece:)

            Ve son olarak artık benim şehrimde pek çok minik erguvan ağacı var. İzmir Büyükşehir Belediyesinin bir icraatını hayırla anacağımı hiç sanmazdım ama sağolsunlar yeni yeşillendirilen her yere erguvan ağacı dikmişler. Bu yıl öyle çok erguvan ağacı gördüm ki, İstanbul'a gitmek için bir bahanem eksildi, burada erguvanlara doydum. Şimdi hepsi minikler, büyüdüklerinde sahilden dönüp Kale'ye bakıldığında pespembe bir erguvan korusu karşılayacak meraklı gözleri. Hatta belki burda da bahar gelince erguvan turları yapılacak gelecek yıllarda kimbilir. Ne hoş hayal :)