18 Mayıs 2015 Pazartesi

Annelerinden Ayrı Büyüyen Çocuklar



Öncelikle çalışan annelerden gelebilecek eleştiri ve savunmaları peşinen kabul ediyorum. Muhakkak kendilerince haklı ve geçerli nedenleri vardır, çalışan yada çalışmayan bütün annelerin yaptığı seçimlere saygı duymak gerekir. Fakat ben annelerden ziyade çocukların açısından bakarak yazmak istiyorum bu yazıyı. Çünkü onların kendilerini savunma yada duygularını ifade etme şansları da yok. Anneleri ne karar verdiyse onu yaşamak zorundalar, mutlu yada mutsuz olarak.

Benim annem çalışan bir kadın değildi. Bütün çocukluğum onun şefkatli ve güven veren kollarında geçti. Okuldan yada işten eve döndüğüm her gün o bizi evde beklerdi. Bu sayede annesizlik nedir, anne sevgisinden mahrum kalmak nasıl bir duygudur bunu bilmeden büyüdüm ne mutlu. Biz şanslı çocuklardık. Çocukları anneleri büyütürdü. Çocuk bakım evleri yada kreşler yoktu. Anane ve babanneler tatillerde severdi torunlarını. Her şey yerli yerindeydi. Fakat ben o zamanlar annem gibi evde çocuklarını beklemenin hayalini kuran biri değildim. Aksine okumanın, meslek sahibi olmanın, kariyer yapmanın derdindeydim. Evlilik, çocuk falan uzak hayallerdi o zamanlar.

Yıllar geçtikçe hayallerime kavuşmuşken, neden her şeyi yarım bıraktım. Çocuk olduktan sonra neden işe geri dönmedim. Üstelik ben ücretsiz izin de kullanmıştım ve bebeğim nerdeyse bir yaşına girecekti işe dönmem gereken zamanlarda. Sütten kesilmişti daha önce. Annem bebeğine ben bakarım diyordu. Yani işe dönmemek için hiçbir geçerli nedenim yoktu görünürde. Fakat içten içe bebeğin ilk dört yılının çok önemli olduğunu ve bu süreyi kesintisiz bir şekilde benimle geçirmesi gerektiğini biliyordum. Bunu okumama da gerek yoktu, fıtraten biliyordum böyle olduğunu. Sağolsun o zamanki şube müdürüm konumu itibariyle kendisinden beklenmeyecek şekilde beni yüreklendirdi. Hilal sen başarılı bir iş arkadaşısın, iş hayatına birkaç yıl ara vermekle bir şey kaybetmezsin, evinde otur çocuklarını büyüt dedi bana. Halbuki normalde biz sana emek verdik, yıllarca eğittik, yetiştirdik, bize verimli olman gereken zamanda işi bırakamazsın, geri dönmelisin nevinden laflar etmeliydi. Kapitalizmin ona biçtiği rol bunu gerektirirdi. O ise kalbinden geçeni yaptı ve sıradan bir aile babası gibi konuştu. Ben de tüm eleştirilere ve içimde büyüyen korkulara rağmen kalbimden geçeni yaptım; 5 yıllık bankacılık kariyerimi bir kalemde silerek, üstelik 5 kuruş tazminat ta almadan işten ayrıldım. Evimin kadını, çocuklarımın anası oldumJ

Ben mükemmel bir anneyim ve çocuklarım çok mutlu diye bir iddiada bulunamam. Hatta GDO’lu mısırları yemelerine izin verdiğim için, çocuklarımın çok şanssız olduğunu düşünen anneler de varJ Muhakkak pek çok eksiğim kusurum vardır. Çalışan annelerin hep iddia ettiği gibi çocuklarımla çok kaliteli zaman geçiremiyor da olabilirim. Ama şunu söyleyebilirim ki, çocuklar her ihtiyaç duyduklarında yanlarındaydım. Her anne dediklerinde ben ordaydım. Onlara kendi evimizde rahatça dağıtabilecekleri, kırıp döküp keşfedebilecekleri bir ortam sundum. Annane – babanne kurallarıyla yada kreş ortamında değil kendi evlerinde benim gözümün önünde büyüdüler. Şimdiki zamanda neredeyse lüks olan bir şeyi yaşadılar yani. Bu yüzden şanslı olduklarını düşünüyorum.

Gelelim diğer çocuklara. Annelerinden çok erken ayrılmak zorunda kalan, daha anne sütüne ve anne kucağının sıcaklığına doyamadan, Adem Güneş’in ifadesiyle güvenli bağlanmayı yaşayamadan, başka kucaklara emanet edilen çocuklara. Çevremde gözlemlediğim bir iki örnekle başlamak istiyorum. Biri henüz küçücük bir  bebek. Annesini emmiyor. Annanesi tarafından bakılıyor. Annesinin işi serbest meslek olduğu ve iznini kendi koşullarına göre uzatabileceği halde işe dönmeyi tercih etmiş. Bebek daha iki aylık bile değil. O minicik yavru annesinden önce ananesini tanıyacak, onun kokusunu bilecek, beni karnında taşıyan sesine alışık olduğum annem nerede diye soracak muhtemelen. Bir başka örnek daha şanslı, çünkü o annesiyle kesintisiz 6 -7 ay geçirme şansı buldu. Ona da ananesi bakıyor. Annesini hala emiyor. Annesi işe dönüşünü biraz daha geciktirebilirdi belki ama böyle bir tercih yaptı. Çocuk annesini emerek uyuyabildiği için anane uykusu geldiğinde onu uyutmakta zorlanıyor. Bu yüzden ne zaman görsem uykusu gelmiş ama uyuyamamış bir halde oluyor çocuk.

Çalışan annelerin pek çoğu bilinçli, kendini iyi yetiştirmiş kadınlar. Çocukları için her şeyin en iyisini istiyorlar. İşten eve döndüklerinde onlarla kaliteli vakit geçiriyorlar. Anane ve babanneler daha tecrübeli ve muhakkak torunlarına annelerinden bile iyi  bakarlar!?. Bunların hepsi doğrudur. Ama çocuk sadece annesini ister. Onun için annesinin  kariyeri, çalışma koşulları, izin alıp alamayacağı gibi kavramlar bir şey ifade etmez. Hiçbir anane yada babanne torununa ne kadar iyi bakarsa baksın annenin yerini tutamaz. Üstelik onlar genç anneler gibi dinamik te olamaz. 20-25 yıl önce çocuk büyüttükleri yöntemlerle bu zamanda yeniden annelik etmeye çalışıyorlar. Bazı şeyleri yeniden öğreniyorlar. Yorulup didinip ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar mutlaka. Ama çocuklar ne hissediyor acaba. Onları ikinci anne gibi mi görüyorlar, büyükannelerin şefkati annenin boşluğunu doldurmaya yetiyor mu. Ya büyükannesiyle büyüyecek kadar şanslı olmayan yabancı birine emanet edilen yada kreşlerde büyüyen çocuklar. Onların hali daha mı vahim, daha mı çok acıtır insanın canını. Elbette bütün örnekler kötü olacak değil. Yakın bir dostum işe dönerken çocuğunu bakıcıya emanet etti, iyi bir ilişki kuruldu aralarında, çocuk bakıcısını da ikinci bir anne gibi benimsedi, onunla iyi vakit geçirdi. Hem arkadaşım hem de bebeği bu zor dönemi nispeten rahat geçirdiler ve ikisi de mutluydular.


Bugünün yaşam standardı bunu gerektiriyor ve çocuklar ister istemez buna ayak uydurmak zorunda kalıyorlar. Elbette uzun yıllar eğitim gören, çalışma hayatında pek çok zorluğa göğüs gererek bir yerlere gelen kadınların anne olduktan sonra her şeyden elini eteğini çekip eve kapanmasını beklemek gerçekçi olmaz. Ama en azından alabildikleri kadar uzun izin alıp, ücretsiz izin alma şansları varsa bunu es geçmeyip, eğer işe ara verme şansları varsa bir süreliğine de olsa bunu yapıp çocuklarının yanlarında olmalılar. Çünkü dünyaya gelmeyi onlar seçmedi, biz istediğimiz için emanet olarak verildiler. Dualarla çağırdığımız, aylar boyu yolunu gözlediğimiz kıymetli emanetlerden bu kadar çabuk ve kolay vazgeçmemeliyiz. Onların bize en çok ihtiyacı olduğu ilk ayları ve yılları boyunca elimizden geldiğince yanlarında olup gereken her türlü desteği sunmalıyız. Yoksa başkaları büyütsün diye çocuk sahibi olmanın ne anlamı olabilirki.

Hızlandırılmış Bir Bursa Turundan Geriye Kalanlar



            Bursa annemin doğup büyüdüğü şehir. Çocukken her bayramda, her tatilde mutlaka gidip birkaç gün bazen de birkaç hafta geçirdiğimiz şehir. Büyüdükçe anlamı da değeri de arttı benim için. Annemin akrabalarını sevmek ve onlarla birlikte olmak bir yana, şehrin tarihi dokusu benim için hiç te azımsanmayacak bir anlam ifade ediyor. Orası memleket olmasaydı da gezmeye gidip keşfettiğim bir şehir olsaydı bundan daha az sevemezdim.

            Eşim de hem Bursa’yı çok sever, hem oradaki akrabalarımızla çok iyi geçinir. Bu yüzden Bursa hep gönlünde ve dilindedir. İzmir’de olduğumuz pek çok vakit şimdi Bursa’da olmak vardı der,  birlikte hayal kurarız. Bir de iki yıl önce kardeşimin tayini Keles’e çıktı, Arif dedemin doğup büyüdüğü bu küçük dağ kasabası yıllar sonra bizim için ayrı bir anlam ifade eder oldu. Daha önce de zaman zaman gittiğimiz akrabalarla buluştuğumuz bir yerdi. O zaman da severdik. Kardeşim oraya yerleşince biz de birkaç kez gidip orada vakit geçirme fırsatı bulduk. Gerçekten çok sevimli ve güzel bir ilçe. Tertemiz havası, ormanları, buz gibi suyu, sıcak ve samimi insanlarıyla Keles bizim için unutulmaz bir belde olarak yer edecek. Eşimin işi müsaade etmediği için gittiğimiz zamanlar uzun vakit geçiremiyoruz. Sadece iki günlük kısa ziyaretler oluyor genelde. Bu haftasonu da yine onlardan birini yaptık. Kardeşimin kısa bir süre sonra başka bir şehre tayin edilecek olması sebebiyle Keles’e veda ziyaretiydi aynı zamanda.

            Cuma günü ben annemlerle yola çıktım. Çocuklar şehirlerarası yolculuğu pek sevmedikleri ve sıkıldıkları için biraz zor bir yolculuk oldu. Yanıma aldığım kitaplar, kalemler, oyuncaklar kar etmedi. Hava çok sıcak olunca ekstra zorlandık. Neyseki kazasız belasız Bursa’ya dede evine ulaştık. O gece Miraç Kandiliydi, çok şükür yatsı namazını Ulucami’de eda edebilme fırsatımız oldu. Caminin içi tamamen dolup taşmış, avluya hasırlar sermişler, biz de dışarıda kendimize yer bulabildik. O kalabalık bana Mekke ve Medine’de yada İstanbul’da Eyüp Sultanda kılınan namazları hatırlattı. Ulucami’nin manevi havası beni her zaman etkiler, fakat o gece çok daha yoğun hissettim o maneviyatı. Allah’a şükürler olsun ki, ecdadın imanla ve aşkla yoğurarak göğe yükselttiği kubbeler ve minareler hala sapasağlam ayakta, inşallah kıyamete kadar da dimdik yerinde kalır ve her daim insanların dua ve aminleriyle yankılanır. O geceki en büyük duam bir Miraç Kandilini Kudüs’te Mescidi Aksa da geçirebilmekti. İnşallah kahrolası İsrail yeryüzünden silinir, yok olur gider. Zalimin zulmünün bittiği günleri de görürüz inşallah.

            Ertesi gün öğle namazını yine Ulucami’de kıldık. Çocukları da yanıma almıştım. Camide yaşadıklarımızı ayrı bir yazıda detaylı olarak anlatmak istiyorum, burada değinmek istemiyorum bu yüzden. Namazdan sonra Kozahan’a uğrayıp alışveriş yapmamak olmazJ Orada da her zaman yaptığımız ziyaretlerle birkaç saat geçirdik. Hem çok sıcak hem de çok kalabalıktı. Tek şikayet edebileceğim şey Bursa’ya her gidişimde şehri daha kalabalık buluyor oluşum. Hem yerli, hem yabancı turistler, hem de Bursa’nın kendi halkı, hepsi birden Ulucami ve etrafında toplanmış sanki. Tam bir cazibe merkezi olmuş. Akşamüstü Keles’e geçeceğimiz için Bursa’da fazla oyalanmadık. Halbuki bana kalsa mutlaka Emirsultan’a gitmek isterdim. Yeşil ve civarını ziyaret ederdim. Sümbüllü Bahçe yada Hünkar konağında çayımı yada şerbetimi içerdim. Maalesef bu sefer olmadı.

            Keles yoluna girer girmez şehrin kalabalığı da sıcak hava da geride kaldı. Serin, temiz, latif bir hava, yemyeşil ormanlar ve göller, cıvıl cıvıl kuş sesleri bize eşlik etti yol boyunca. Çocukların ikisi de uyuyup kaldığı için manzaranın tadını çıkardım doya doyaJ  Tam da akşam yemeği vakti ulaştık kardeşimin ve sevgili eşinin güzel evlerine. Yemek, kahve, çay ve muhabbet eşliğinde güzel bir akşam geçirdik. O akşamın en güzel keşfi; belli bir saatten sonra ötmeye başlayan kuşun güzel sesiydi. Bir süredir her gece aynı ağaçta ötmeye başlamış. Kardeşimin evinin önündeki parkta bulunan ağaçlardan birinde ötüyor muhtemelen. Gece bütün sesler susunca onun konseri başlıyor. Öyle güzel ötüyordu ki, bugüne kadar ağaçlara çiçeklere şehirlere aşık olmuştum  ama ilk kez kuş cinsinden bir hayvana hayranlık ötesinde bir yakınlık duydum. Sabaha kadar öttü ve bu sayede çok mesut bir gece geçirdim.

            Ertesi gün Kocayayla’da akraba buluşmamız vardı. Hem kardeşimin Keles’e vedası hem de akrabaların yıllar sonra yeniden bir araya gelmesi anlamını taşıyan bu güzel organizasyon hepimiz için çok güzel geçti. Eğer gidemeseydim çok üzülecektim şüphesiz. Hava çok güzeldi ve bu biraz şaşırtıcıydı. Çünkü iki yıl önce temmuz ayında yine Keles’te yağmur yağdıktan sonra hava çok soğuduğu için soba yakmıştık. Mayıs ayında bu kadar güneşli ve sıcak bir hava beklemiyordum.  İzmir’den gelirken sıcak havayı da peşimize takıp getirdik sanıyorumJ O günün ilk ve en güzel sürprizi, ben gelemem beklemeyin diyen eşimin son anda karar verip bizden önce piknik alanına varmış olmasıydı. Onun gelişiyle mutluluğum tamam oldu, yüzüm daha bir güldü. Bütün gün her şey yolunda gitti, hem çocuklar hem biz hem de büyükler için keyifli bir gün oldu. Dayımın gelini müstesna, onun alerjisi varmış ve daha gelir gelmez polenlerden etkilenip yüzü gözü kızardı, çok rahatsız oldu, kızcağız günün tadını çıkarmakta zorlansa da bize eşlik edip sonuna kadar kaldı sağolsun.


            Piknik bitip herkes dağıldıktan sonra yine kardeşimin evine döndük. Bir gece daha kalacak  ve gizemli kuşun senfonisini dinleyecek olmanın sevinci içindeydim. Tüm misafirler gittikten sonra camı açıp uzun uzun dinledim. Telefonuma sesini kaydettim. Hatta dostlarla paylaştım bu ses kaydını. Güzel olan her şey gibi bu da bitti. Sabah oldu. Eve dönüş vakti geldi. Tüm yolculukların en sevmediğim kısmı başladı. Pek çok insan bir yerlerden dönerken, evine kavuşacak olmanın sevincini yaşar. Bense gittiğim yerlerden ayrılıyor olmanın hüznünü yaşarım, sanki yeterince kalamadım, doyamadım, evimi henüz özlemedim gibi bir duygu bu. Bu yüzden Bornova’dan her inişimiz eşim için, yaşasın benim şehrim, evim evim güzel evim şeklinde dillendirilirken benim için yine geldik İzmir’e, sevemedim bir türlü şeklinde sessiz serzenişlerle doludur.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Şiddete Meyilli Anneler ve Çocukları

                Geçen gün kayınvalidemi ziyarete gelen misafirlerle sohbet ederken konu çocukken yediğimiz dayaklara geldi nerden geldiyse. Herkes kendi çocukluğuna dair dayak anısını anlattı, şimdi gülerek anlattığımız o anlar küçükken canımızı yakan ve bizi yaralayan anlardı. Ruhumuzda izi kalmıştır mutlaka.

                Ben de her çocuk gibi anneme hayrandım. Aynı zamanda onun en yakın arkadaşı ve sırdaşıydım. Yine her çocuk gibi zaman zaman yaramazlık yapardım ve onu kızdırdığım zamanlarda dayak ta yerdim. Çoğunu unuttum muhtemelen ama bir iki yaramazlığım var ki, onlar gerçekten annemi çok kızdırmış ve sonuçları benim için de epey ağır olmuştu. Bunlardan konu açıldığı zaman annem üzülüyor ve onu suçladığımı düşünerek kendini savunuyor. Ben kötü bir anneymişim demek siz daha iyisini yapın diyor. Aslında annemin kötü yada başarısız bir anne olduğunu düşünmedim hiçbir zaman. Sadece omzundaki yükler ona ağır geliyordu bazen ve böyle zamanlarda sabredemeyip şiddete başvuruyordu. Yardımcı olacak, yükünü hafifletecek kimsesi yoktu annemin, yalnız büyüttü bizi. Babam bile olmazdı çoğu zaman yanında, tek başına koşardı her şeye. Üstelik eskiden her şey daha zordu, şimdiki gibi değildi yaşam koşulları. Anneleri yetiştirmek ve bilinçlendirmek için bugünkü kadar bol kaynak ta yoktu o zamanlar yada herkesin ulaşabileceği kadar yaygın değildi muhtemelen. Kendi büyüdükleri gibi ve çevreden gördükleriyle büyüttüler annelerimiz bizleri.

                Bizse çok şanslıyız bu konuda. Anne çocukla ilgili yüzlerce, binlerce yayın var. Radyoda , televizyonda sürekli konuşan, anlatan uzmanlar var. Etrafta daha doğru örnekler var. Çocuk yetiştirirken yanlış yapmamak için kendimizi geliştirebileceğimiz bütün materyaller elimizin altında. Bilinçlenmek isteyen anneler bunlardan faydalanıyorlar. Ben de anne olmaya karar verdiğim günden beri pek çok kitap okudum. Başta Adem Güneş olmak üzere birçok uzmanın kitabından bir sürü şey öğrendim. Elbette okuduklarımızı tecrübe etmek çok kolay olmuyor bazen.

                Fatma Zehra bebekken herkes bana çok sabırlı bir anne olduğumu söylerdi. Bunun nedeni bebek ağlarken sakin kalmam, ona sinirlenmemem ve bağırmamamdı sanırım. O minicik bir bebekti ve ağlıyorsa benim çözmem gereken bir sorunu vardı. Beni kızdırmak için ağlamıyordu, sadece derdini anlatmaya çalışıyordu, ben böyle düşünür ve sorunu nasıl çözebileceğime odaklanırdım. Uzun süre bu böyle devam etti.

                Meryem’e hamile kaldığımda  Zehra  20 aylıktı daha. Hamileliğim boyunca  ilişkimizi bozacak, gerilmemize neden olacak bir şey yaşamadık. Zaten o yaramaz bir çocuk olmadı hiçbir zaman. Başkalarına yaramazlık gibi gelen çocukça davranışlarını her zaman toleransla karşıladım. Sonra Meryem katıldı aramıza. Zehra kardeşini kıskandı ilk zamanlar. Bu zaten beklediğim bir şeydi, hazırlıklıydım. Ona hiç kızmadım, hep sabırla anlattım, daha fazla ilgi ve sevgi gösterdim. Çok küçük yaşta abla oldu ve çevremizdekiler ona sen artık abla oldun, büyüdün ifadelerini kullandı bazen. Bense onun daha çok küçük bir çocuk olduğunu hiç unutmadım, bunu hem ona hem de başkalarına anlatmaya çalıştım. Tuvalet eğitimini Meryem bebekken gerçekleştirdik, çok şükür o dönemi de sabırla, gerilmeden, Zehra’yı yıpratmadan atlattık. Zehra oyuncaklarıyla oynamayı sevmezdi, televizyon yada bilgisayar merakı yoktu. Çok küçük yaştan beri sosyal bir çocuktu ve insanlarla iletişim halinde olmayı severdi. Eşimin akrabaları yakın çevremizde oturdukları için sık sık onları ziyarete gider. Halasıyla, teyzesiyle vakit geçirmeyi sever. Eğer evde yalnızsa odasındaki dolabı karıştırır, sürekli kıyafet değiştirir. Bu durum biraz can sıkıcı olsa da çoğunlukla hoşgörülü davranırım. Fakat bir dönem ne olduysa oldu, her şeye itiraz etmeye başladı, istediği bir şey olmayınca ağlamaya başladı, kıyafet seçimi konusunda sorun yaşar olduk, ben kendi seçimlerini yapmasına çoğu zaman müsaade etsem de bazen uygunsuz kıyafetler seçtiğinde müdahale ediyordum, bu da krize neden oluyordu. Nasıl başladı, ne kadar sürdü tam olarak bilemiyorum ama o dönem her zaman var olan sükunetimi ve sabrımı kaybettim. Ona sinirlenmeye başladım, sinirlendiğim zaman içimden gelen şiddet gösterme eğilimini bastırmakta çok zorlandım ve bir iki kez kendimi tutamayıp ona vurduğum da oldu. Şimdi çok pişmanlık duyuyorum bunu yazarken ama maalesef yanlış olduğunu bile bile bunu yaptım. Elbette ondan özür diledim, bir daha olmayacağına söz verdim ve tekrar etmemek için kendimi tuttum. Peki neydi beni şiddet gösterecek noktaya getiren şey. Birincisi çocukluğunda şiddet gören insanlar, büyüdüklerinde şiddet göstermeye meyilli olurlar. İkincisi çevremdeki herkes başta kendi aile büyüklerim olmak üzere; benim çok sabırlı olduğum, çocuklara karşı fazla hoşgörülü olduğum, onları terbiye edemediğim konusunda hemfikirdi. Hatta annem yada babam bazen çocuklarla yaşadığım bir olaya şahit olduğunda ben olsaydım çoktan dayak yemişti, yada dayağı hak etti gibi ifadeler kullandılar. Buda bende sanki benim kızmaya hakkım varmış ve çocuk gerçekten cezayı hak ediyormuş gibi bir izlenim yarattı. Bir de Zehra’yla o gerilimi yaşadığımız dönemlerde hayatımda yolunda gitmeyen başka şeylerde vardı ve omzumdaki yükleri taşıyamadığımda ona da sabır gösteremediğimi fark ettim.

                Yazının en başına dönersek, o gün çocukken dayak yediğini anlatanlarda anne olduklarında kendilerinin de şiddet gösterebileceklerini yada bunu normal gördüklerini gözlemledim. Oysa hayvanlar bile dayakla terbiye edilmiyor artık. Bazı çocuklar dayaktan anlar yada yeri geldiğinde az da olsa vurmak gerekir gibi ifadeler çoktan kullanımdan kalkmış olmalı. Hala bunu savunanlar olduğunu gördüğümde çok üzülüyorum. Evet belki biz anne babamızdan, öğretmenimizden yada arkadaşlarımızdan dayak yemiş olabiliriz ama bunu çocuklarımıza da yaşatmaya hakkımız yok. Çünkü biz böyle davranırsak onlar da şiddete meyilli yetişkinler olacaklar ve bu toplumun tamamına sirayet edecek. Eğer şiddetle anılan bir toplum olmak istemiyorsak, önce kendi evimizde şefkat ve sabır tohumları ekmeliyiz. İnsana insanca muamele etmeyi yaşayarak öğretmeliyiz çocuklarımıza. O zaman gelecek günler çok daha güzel olacak inşallah.  


5 Mayıs 2015 Salı

Kanser Olmamak İçin Ne Yapmalı?

    Kayınvalidem bugün ameliyat oldu. Yaklaşık 8 ay önce meme kanseri teşhisi konduğunda hiçbirimiz böyle birşey beklemiyorduk. Hem onun hem de bizim için şok edici bir durumdu. Çok üzüldük, çok kaygılandık ama ister istemez kabullendik durumu. Tedavi süreci kemoterapiyle başladı, ameliyatı çok başarılı geçti, bundan sonrası daha kolay olacak ve tümüyle iyileşecek inşallah. 

      Ameliyattan sonra odaya gelen doktoru çok önemli şeyler söyledi. Onu olduğu kadar bizi de ilgilendirdiği için burada paylaşmak istedim. Öncelikle ameliyatın çok iyi geçtiğini, kanseri tümüyle temizlediklerini ve iyileşeceğini söyledi. Allah sana ikinci bir şans verdi, bunu iyi kullan dedi. Bundan sonra hayatını değiştir, görüşmek istemediğin insanlarla görüşme, gitmek istemediğin yere gitme, seni mutsuz eden şeylerden ve insanlardan uzak dur, bencil ol. Böyle yaparsan bundan sonra sağlıklı ve uzun bir ömrün olur, yapamazsan yeniden hasta olursun. Konuşmasının özeti buydu. Aslında daha önce Teşhis ilk konulduğunda gittiğimiz psikolog ta aynı şeyleri söylemişti. Demek ki uzmanlar kanser konusunda yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz ürünlerdeki kanserojen maddelerden daha fazla psikolojik unsurları önemsiyorlar. 

       Bencil olmak, sadece kendini düşünmek İslâmiyetle bağdaşır mı, bizim yetiştirildiğimiz değerlerle ters düşer mi bu tartışılır. Fakat istemediğimiz birşeyi yapmak zorunda kalmak yasa sevmediğimiz insanlarla sevmediğimiz bir ortamda bulunmak gerçekten yıpratıcı etkileri olan durumlar, bunları ben de kendi hayatımda tecrübe ediyorum kimi zaman. Bir de elâlem ne ser düşüncesiyle başkaları için yaşamak diye bir gerçek var. Bunun yanlış olduğunu düşündüm her zaman. Kendi doğrularımız ve değer yargılarımız şekil vermeli hayatımıza. Birbirimizin yaşama Alanına saygılı olmalıyız aynı zamanda. Maalesef bazen en yakınlarımızın sınırlarını çiğniyoruz, özel hayatlarına müdahale ediyoruz, sitemkâr tavırlar yada emrivakilerle hayatı zorlaştırıyoruz birbirimiz için. 

       Bir de Allah'ın emanet olarak verdiği bedene ve ruha iyi bakmak meselesi var. Biz beden ve ruh sağlığımızı korumakla mükellefiz aslında. Her nekadar biz pek farkında olmasak ta insan olarak yaratıldığımız için üstün ve değerliyiz. Mükemmel bir donanımla başlıyoruz hayata. Yaşarken bunun bilincinde olmak lazım biraz da. Bizi üzen ve yıpratan şeylerin kanser edebilecek kadar büyük bir etkisi varsa onlardan uzak durmakta fayda var elbette. 

3 Mayıs 2015 Pazar

Hazreti Hacer Zemzem'in Annesi

      
        Okumayı öğrendiğim ilk günden beri en sevdiğim kitaplar hikaye ve roman tarzında yazılmış kitaplar oldu. Babam her zaman beni daha ciddi kitaplar okumam konusunda uyarıp roman okuduğum için vaktimi boşa harcadığımı söyler. Neden böyle düşündüğünü anlayabiliyorum ama yine de romanların büyülü dünyasından uzak kalamıyorum. Özellikle de çok sevdiğim bazı yazarların romanlarını soluksuz okurum. Sibel Eraslan da sevdiğim yazarlardan biridir.

          Son birkaç yıldır "Cennet Kadınlarının Sultanları" adıyla bir seri hazırladılar. Serinin ilk dört kitabı Hz.Meryem, Hz.Asiye, Hz.Hatice ve Hz.Fatıma (ra) hakkındaydı. Hepsi de birbirinden güzeldi. Çoğu bildiğimiz ve tanıdığımız annelerimiz olsa da hiç bilmediğimiz şeyler de vardı kitaplarda. Hem verilen bilgiler hem de kitaplardaki hikaye kurgusu çok başarılıydı. Özellikle Siret-i Meryem kitabını okurken çok etkilenmiştim, eğer bir kızım daha olursa ismini Meryem koymaya o zaman karar verdim ve hemen akabinde ikinci kızıma hamile kaldım, kitabın bizde böyle anlamlı bir anısı kaldı. Bu yılki kitap fuarını gezerken Sibel Eraslan'ın yeni çıkan kitaplarını görünce çok heyecanlandım. Biri Hz.Aişe diğeri de Hz.Hacer hakkında yazılmış ve serinin devamı niteliğinde hazırlanmış. Hemen alıp önce Hz.Hacer'i okumaya başladım. Beni yanıltmadı, su gibi aktı hikaye, hem tanıdıktı hem yeniydi. Hiç bilmediğim şeyler de vardı, çocukluktan beri aşina olduğum şeyler de. 

           Hz.Hacer'in esir düşmesiyle başladı hikaye. Muhteşem Yüzyıl dizisinde saraya esir olarak getirilen Hürrem'den aşinaydık bu sahnelere, Hacer'in hikayesi de benzer bir yolculukla başladı. Onun soylu bir aileden geldiğini, Çöl prenslerinin kızı olduğunu bilmiyordum ben söz gelimi. Esir olarak götürüldüğü ülkenin sarayında, kralın ve soyluların sefahat düşkünlüğünden Allah'ın inayetiyle nasıl korunduğu, kendilerini gizleyen hanif kimseler tarafından nasıl eğitildiği ve bu sarayda Sare ile ilk karşılaşmaları kitabın en etkili bölümlerinden. Sare validemiz öyle etkileyici biçimde tasvir edilmiş ki, onun güzelliği gözlerinizin önünde canlanıyor adeta. Hayran olmamak elde değil bu güzelliğe ve cazibeye. Sare'nin krala nasıl karşı koyduğu hepimiz tarafından bilinen hikaye. Sare Hacer'i de alarak ayrılıyor bu ülkeden, zaten oraya uğramaları ve bu imtihandan geçmeleri o emaneti almak içinmiş aslında. 

            Hikayenin bundan sonrası Sare ile Hacer arasında gelişen güzel bir arkadaşlık ve yoldaşlık hikayesi. Sare validemiz çok güzel ve alımlı olduğu kadar şefkati, merhameti, zekası ve hitabetiyle de gözde ve üstün yaratılışta. Hz. İbrahim için özel olarak yaratıldığı, ona denk olduğu birbirlerinin hem eşi, hem yoldaşı oldukları ilk günden itibaren bütün zorluklara göğüs gerdikleri ve her şeyin üstesinden birlikte geldikleri vurgulanıyor bu bölümde. Sare Hacer'e Efendi İbrahimin hikayesini anlatırken biz de yeniden tekrar ediyoruz. Burada İbrahim peygambere hayran olmamak elde değil. Onun ne kadar şefkatli, merhametli, yufka yürekli olduğu, cömertliği, çocuklara olan düşkünlüğü, evlat hasreti çektiği halde eşine duyduğu sevgi ve bağlılıktan dolayı, bunu belli etmemek için nasıl didindiği çok güzel ve çok duygusal olarak anlatılmış. Hz.İbrahim ete kemiğe bürünmüş bu satırlarda, ilk kez onu bir insan olarak, bir erkek olarak, bir eş olarak canlandırabildim kitabı okurken. 

            Kitabın sonlarına doğru bildiğimiz üzere Sare validemiz eşi İbrahim'in evlat hasretine daha fazla kayıtsız kalamıyor ve kölesi Hacer'i onunla evlendiriyor. Böyle bir kararı verebilmek her kadının harcı değil elbette, onun gibi büyük bir peygamberin eşi olmak lazım bunun için. Haceri ruhen hazırlıyor bunun için. Adım adım ilerleyip manevi hallerden hallere geçiyorlar birlikte. Nihayetinde Allah'ın takdiri gereği Hz.Hacer İbrahim peygambere eş oluyor. Hz.İsmail'in dünyaya gelişi çok gecikmiyor ama maalesef minik yavrunun ve annesinin mutlu günleri çok kısa sürüyor. Haklarında sürgün kararının çıkması çok sürmüyor. Sare validemize kızgınlık yada kırgınlık duyabilirsiniz bu noktada. Ama verilen karar ilahi bir plan dairesinde gerçekleşiyor. Asıl yönlendiren eli görmek lazım. Hz.İbrahim kokusuna doyamadığı yavrusunu ve kadınını çölün ortasında yapayalnız bıraktıysa, Allah'ın takdiri böyle olduğu içindir. Allah'ın halili olmanın bedeli çok ağır olduğu içindir. Hacer validemizin çölün altındaki denizi bulup çıkaran kadın olması takdir edildiği içindir. Kabeyi yeniden inşa etmek Hz.İbrahimle oğlu Hz.İsmaile nasip olacağı içindir. Ve asırlar sonra gelecek olan son peygamber Hacer'le İsmail'in soyundan geleceği içindir. Bu ne büyük bir ikramdır. Böyle büyük güzelliklerin imtihanı da çok büyük ve zor olur elbette. Bunları bizim gibi küçük ve sıradan insanların anlaması zor olsa da hikaye çok anlamlı ve güzeldi. Ben kendi adıma çok feyiz aldım, inşallah sizler de beğenirsiniz.