4 Kasım 2015 Çarşamba

Zamane Anneleri ve Annelik Halleri


Son günlerde sosyal medyada dolaşan bir fotoğraf var belki siz de görmüşsünüzdür. Avustralyalı bir çift; kadın 23, erkek 26 yaşında. 3,2,1 yaşlarında 3 çocukları varken bir de üçüzleri olmuş. Çocuklar mutlu, anne – babanın yüzü gülüyor. 6 çocukla birlikte gezip eğlenmekten, çocukları dışarıda kontrol etmekten yorulmayan ve korkmayan genç çift kalabalık ailenin tadını çıkarıyor gibi görünüyor fotoğraflarda. Kendi adıma onlara hayranlık duydum ve takdir ettim. Hatta biraz daha ileri gidip onlar gibi olmak isterdim diyebilirim.

Eğer aynı tablo bizim ülkemizde yaşanıyor olsaydı, kadın muhtemelen depresyona girmiş olurdu. Aylarca belki yıllarca kendine gelemezdi. Çocuklar sıkıntıdan birbirini yerdi, eve gelip bu ortamı gören baba ne yapacağını şaşırırdı. Tamam bu kadar da kötü olmazdı belki ama benim çevremde tek yada iki çocuk sahibi anne babaların bile yaşama sevincini ve kabiliyetini büyük ölçüde kaybettiklerini görüyorum. Çocuk sahibi olmadan önce büyük hevesler ve heyecanlarla yola çıkan genç anne babalar, doğumdan hemen sonra sürekli ağlayan, derdini anlatamayan minicik yavrucak karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlar. Üstelik ziyarete gelen eş, dost ve akraba da pek yardımcı olmuyor. Niye ağlıyor, karnı mı aç, sütün yetiyor mu, kucağa alıştırma, emzik verme yada emzik annenin en büyük yardımcısıdır, benim en sevdiğim ince giydirme kuşun kanadından yel alır, göbeği düştü mü, yıkadınız mı, hala yıkamadınız mı, doktorların her söylediği yapılmaz bazı şeyleri büyükler daha iyi bilir, bebek bakmak kitaptan öğrenilmez tecrübeyle kazanılan bilgi daha değerlidir vs vs. Hepimiz en okumuş yazmış kültürlü olanlarımız bile tüm bu cümlelere muhatap olduk ve bunaldık çaresiz hissettik belki de. Bebeğin ne istediğini anlamak, kendimizi ve onu tanımak biraz zaman alıyor haliyle.

İlk günler en zorluk çektiğimiz konu emzirme meselesi oluyor. Eğer onu sağ salim atlattıysak bu kez gaz sancıları ve uykusuz geceler kapıda demektir. İlk üç ay geçmiş ve gaz sancıları da artık bitmişse, bebeğin uyuma yöntemini kavramış ve başarıyla  pratiğe dönüştürmüşsek nispeten rahat bir döneme girmiş sayılırız. Aylar geçtikçe bebeğimiz büyür, gelişir, her dönem beraberinde yenilikler ve bazı zorluklar getirir. Bazı anneler aylarca evden çıkmaz. Bebek hasta olmasın diye yada bebekle dışarıda gezip dolaşmak nasıl olur bilemediğinden, buna cesaret edemediğinden. Eğer kendini sokaklara atan, bebeğiyle birlikte çarşı,pazar, avm gezen bir anneyse belki daha çok yorulur ama negatif enerjisini atma şansı bulduğu için en azından daha rahat olur, anneyle birlikte gezen bebek çabuk yorulur bol bol uyur, uyuyan bebek eşittir mutlu anne demektir.


Bizim belki en büyük hatamız zahmetsiz  ve konforlu çocuk büyütmek gibi bir beklenti içine girmemiz oluyor. Halbuki böyle bir şey imkan dahilinde değil. Evet çocuk yetiştirmek dünyanın en zor ve en meşakkatli işi. Ama bu böyle diye karalar bağlamamız, mutsuz olmamız, çocuklar büyüyene kadar kendimizi hapis hayatı yaşıyor gibi hissetmemiz de gerekmiyor. Bazı annelerin tam da böyle hissettiğini düşünüyorum. Çocuğun bir an evvel büyümesi gerektiğini düşünüyorlar. Çocuklarını yapmak istedikleri her şeyin önünde engel olarak görüyorlar. Üstelik pek çoğumuz çocuklardan yetişkin gibi davranmalarını bekliyoruz, bu çok büyük bir yanılgı. Onlar çocuk, koşar, zıplar, yerlerinde duramazlar. Her şeyi merak ederler, keşfetmek isterler, her yeri karıştırırlar, bunu bizi deli etmek için değil merak duygusunun önüne geçemedikleri için yaparlar. Bazı çocuklar kendini yerlere atıp saatlerce ağlar, bunun hiç hoş bir durum olmadığını biliyorum ama o anda sakin kalmamız ve çocuğunun derdinin ne olduğunu anlayıp çözmeye odaklanmamız gerekir. Yoksa niye böyle yapıyor, niye beni sinir ediyor diye öfkelenip çocuğa da kendimize de hayatı zehir ederek bir yere varamayız. Pek çok anne çocuğuyla ilgili sorunları tek başına çözemediği için mutsuz oluyor, belki eşinden yeterince destek göremiyor yada kimden nasıl bir yardım alacağını bilemiyor. İşin içinden çıkamayınca bu mutsuzluğun faturasını masum yavruya kesiyor. Eğer tek çocuğu varsa ikinciyi yapmaktan vazgeçiyor belki. Yada iki çocuğu varsa bu kesinlikle yeterli, üçüncü çocuk plansız olarak geldiyse bu çok büyük bir mutsuzluk nedeni. Hiç çocuğu olmadığı halde eşinin ikiz yada üçüz bebeğimiz olsa ne güzel olur demesi üzerine Allah korusun neler söylüyorsun diyen bir genç anne adayının ruh hali fıtrata ters bir durum değil mi. Etrafta gördüğü olumsuz örnekler ve tüm annelerin elbirliğiyle çocuk bakmanın ne kadar zor, yorucu hatta mutsuz edici bir durum olduğunu ifade etmeleri en büyük etkendir bu durumda. Halbuki her birimiz anne baba olmayı istedik. O minik yavruları dualarla çağırdık. Rabbin emanetleri birer mucize eseri olarak bize verildi ve aslında büyük bir lütuf. Bunu hiç unutmamak lazım. Onlar kucağımıza aldığımız andan itibaren bize çok büyük bir mutluluk bağışladılar. Bizi temizlediler. Yaşadığımız her an bizi neşelendirmeye, pozitif enerji vermeye devam ediyorlar, masumiyetleri sayesinde bizi hep iyi ve güzele çağırıyorlar.  Bu zor ve zahmetli dönemler geçecek, bebeklerimiz büyüyecek. Geçici zamanlar için hem kendimizi hem onları yıpratmak yerine, anneliğin her anının tadını çıkarmak, bu süreci keyifli hale getirmek bizim elimizde.

29 Eylül 2015 Salı

Bir "Bezsiz Hayata Merhaba" Hikayesi


Anne – çocuk bloglarında yada çocuk gelişimi uzmanlarının sayfalarında tuvalet alışkanlığı kazandırmayla ilgili yazılara rastlarsınız mutlaka. Benimki bir anne-çocuk bloğu sayılmaz ama bu konuyla ilgili tecrübelerimi paylaşmak istemediğim anlamına da gelmezJ Son zamanlarda bu konuda okuduğum en keyifli yazı İnci Hanımın Mavi Bebeğim isimli bloğunda paylaştığı yazıydı. Son derece detaylı anlatmış, bütün süreci adım adım fotoğraflarla birlikte sunmuş. Yeni başlayacak olanların mutlaka bir göz atmasını tavsiye ederim. Bana gelince sadece iki kızımda yaşadığım tecrübeyi aktarmakla yetineceğim.

Fatma Zehra bezden sıkıldığında ve tuvalet eğitimine hazır olduğunun sinyallerini vermeye başladığında henüz 20 aylıktı. Okumuş – yazmış, kültürlü geçinen bir anne olduğum halde bu konuyu hiç araştırmadan, kimseye danışmadan büyük bir hevesle bezi çıkardım. Tek yaptığım şey bir lazımlık ve bol miktarda külot almaktı. Bezi çıkardığımda yazlıktaydık, kayınvalidemle birlikte kalıyorduk. Ben bir yandan o bir yandan sürekli Zehra’yı tembihledik, tuvaletin gelince söyle annecim, sakın halıları koltukları kirletme diye. Zavallı çocuk o kadar kaygılandı ki, tuvaleti geldiğini hiç söylemedi ama ne zaman ihtiyaç hissetse halı yada koltuk kirlenmesin diye balkon, merdiven, bahçe gibi kuytu köşelerde tuvaletini yapmaya başladı. Bu durum 25 gün kadar sürdü. Bu sürenin sonlarına doğru artık lazımlığa oturmayı kesinlikle reddediyor hatta çişini tüm gün tutuyordu. İkimiz de çok yıprandık ve bezi yeniden takmaya karar verdim.

İkinci kez denediğimde 33 aylıktı. Evimizde küçük bir bebek  vardı. Sırf kardeşini kıskandığı için bezi bırakmak istemiyordu. Üstelik ben de ilk denemede yaşadığım olumsuz tecrübe nedeniyle bu süreçten çok korkuyordum. Fakat daha fazla geç kalmak istemiyordum. Bu kez okuyup araştırmış olarak ve bütün sabrımı, merhametimi devreye sokarak yeniden başladım. 10 gün boyunca her yere işedi. Bir sürü alıştırma külodu almıştım, sürekli yıkayıp asardım, bazen elimdekiler kurumadan hepsi biterdi. Normal külotlara geçerdik. Hiç kızmadım, sinirlenmedim, olumsuz tepki vermedim. Söylediğinde yada çişini tuvalete yaptığında ona küçük ödüller verdim. Zaten ne kadar mutlu olduğumu görünce kendisi de seviniyordu. 10 günün sonunda söylemeye başladı ve bir kez öğrenince bir daha altına kaçırmadı. Bir diğer güzel olan şeyse geceleri hep kuruydu, hiç altını ıslatmadı.


İkinci kızım da hemen hemen ablasıyla aynı zamanlarda bezden sıkılmaya başladı. 2 yaşını doldurduktan sonra net biçimde konuşmaya, kendini ifade etmeye başladı. Altını kirlettiğinde rahatsız olup bana söylüyordu. Hatta bazen yaparken söylüyordu, yani tuvalet alışkanlığı kazanmak için hazırdı. Fakat ben psikolojik olarak kendimi hazır hissetmiyordum bir türlü, sürekli erteliyordum. Sonunda 30 aylıkken bezini çıkardım. Bu kez inanılmaz derecede kolay oldu. Her tuvaleti geldiğinde anne çişim geldi deyip benden önce tuvalete koştu. İlk günler nerdeyse hiç altını ıslatmadı. Sadece geceleri bir yada iki kez yapıyordu çişini, hangi saatlerde yaptığını öğrendikten sonra onu kaldırmaya başladım. Gece tuvalet sorununu bu şekilde çözdük. İlk birkaç günden sonra gündüz de bazen oyuna yada çizgi filme dalıp altına kaçırdığı zamanlar oldu. Aa unutmuşsun bu sefer deyip gülerek kıyafetini değiştirdim. Bu hal sürekli devam etmediği için tahammül etmek te daha kolay oluyordu. Nihayet 3 haftanın sonunda biz bu işi çözdük diyebilirim sanırım. Zaten çok uzun zamandır hazırmış kuzucuk, annesini beklemiş. Uzmanlar kaç aylıkken başlamak gerektiğini söylüyorlar ama bence her çocuk için bu süre değişir. Ve her çocuk mutlaka annesine hazır olduğunun sinyallerini verir. Anne de hazırsa bu iş kolayca çözülebilir. Çok gözünüzde büyütmeyin derim. Bir de İnci Hanım yazısında bu süreci mümkün olduğunca keyifli hale getirin demişti, ben onun bu tavsiyesini dinledim. Kendimi ve çocukları yıpratmadan gülüp eğlenerek tamamladık eğitimi. Darısı bütün ufaklıkların ve annelerinin başınaJ

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Geçmiş Zamanlardan Bir Bayram Yazısı

                Vaktiyle çalıştığım kurum bünyesinde edebiyatla ilgilenen arkadaşlardan oluşan bir kulüp kurmuştuk. Zaman zaman kulüp için yazılar yayınlardım. O dönemde yazıp sakladığım bir bayram yazısını paylaşmak istiyorum sizinle.
                Nerede o eski bayramlar diye hayıflanacak kadar yaşlı değilim henüz. Bir GSM firmasının reklamında konu edildiği gibi şimdiki bayramlar da güzel diyenlerdenim. Ve gelecek yıllardaki bayramların daha da güzel olacağını ümit etmekteyim. Fakat yine de olduğum yerde durup geçmişe bakmayı seviyorum ve çocukluğumun bayramlarını anmadan edemiyorum.
                Babam askerdi ve meslek hayatının büyük bölümünü İzmir’de tamamladı. Benim ailemle birlikte İzmir’e ilk gelişim puslu bir Eylül sabahına rastlar. Yıllardan 80, Eylülün 12’si, ülkede ihtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı var, Karşıyaka istasyonunda tirenden inen ailemi polisler karşılamış, polis otosuyla bizi eve bırakmışlar. O sabah yaşadığımız bu nahoş karşılamadan mı bilmem İzmir’i hiçbir zaman benimseyemedim.
                O günden itibaren hayatımız İzmir – Balıkesir – Bursa üçgeninde; tiren, otobüs ve en son hususi otomobile tekamül eden ulaşım araçlarıyla yapılan yolculuklar bütününe dönüştü. Belki bu denli çok yolculuk etmemizden ve belleğim üç ayrı şehre bölünmüş olduğundan nerelisin sorusunun cevabı benim için muğlaktı. Babam Dursunbeyliydi, ben de orada doğdum, üç aylık bebekken ayrılıp İzmir’e taşındık. Her tatilde mutlaka ziyarete giderdik. Orayı çok sevmeme ve keyifli vakit geçirmeme rağmen tam olarak oralı sayılmazdım, kendimi misafir gibi hissederdim.
                Bursa annemin doğup büyüdüğü şehirdi. Orada beni doğduğum andan itibaren tutkuyla seven bir dayım ve bize çok düşkün olan yufka yürekli bir dedem vardı. Ananemi ise hiç tanımadım. Annem bana hamileyken kaybetmiş annesini. Bu nedenle Bursa’yı her ziyaretimiz biraz buruk olurdu. Ben anane imgesi bir mezar taşından ibaret olan ve tatillerde ananeye gidip şımarma fırsatı bulan başka çocukları gizli gizli kıskanan bir çocuktum. Belki de ananemin ismini taşıdığım için aile nezdinde kıymetliydim ve bu isim ortaklığı ister istemez herkesin beni onunla özdeşleştirmesine sebep oluyordu. Her akraba ziyaretinde mutlaka ona ne kadar benzediğim, ne kadar güzel bir kadın olduğu, ne iyiliksever biri olduğu ve onu ne kadar erken kaybettiğimiz konuşulurdu. Hal böyle olunca hiç tanımadığı ananesinin hatıralarını dinleyip ağlayan içli bir çocuktum aynı zamanda. Bursa’yı doğduğum yerden daha çok sevmeme rağmen Bursalıyım da diyemezdim. Orası çok sevdiğim insanların yaşadığı şehirdi. Kendimi bildim bileli hayranı olduğum Osmanlının ilk başkenti ve gözbebeğiydi. Padişahlar, şehzadeler, büyük  Allah dostları, başlı başına bir şaheser olan Ulucami bile yeterdi Bursa’yı değerli yapmaya.
                İzmir’e gelince bizim için geçici ikametgahtı. Hangimiz buraya yerleşip kalacağımızı, istesek te ayrılamayacağımızı bilebilirdik ki. İzmir’i tanıyan, bilen yada hiç görmediği halde uzaktan sevenleri hayal kırıklığına uğratmak istemem ama ben bu şehirde sevilecek pek bir şey bulamadım. Ruhum hep yabancı kaldı. Eğer İstanbul’u tanımasaydım; orada duyduğum yakınlık, beni ezelden bir dost gibi karşılayan aşinalık olmasaydı, yersiz yurtsuz bir göçebe gibi hissetmekten hiç kurtulamazdım. Neyse ki İstanbul onca kalabalığına rağmen beni de kabul etti ve her ziyaretimde beni hep aynı sevecenlikle karşılıyor.
                Bayram yazısı diye başlayıp bütün hayatımı özetledim, inşallah sıkılmadınız diye umarak çocukluğumun bayramlarına geçiyorumJ
                Çocukken bayram demek memlekete gidilip sılayı rahim yapılacak demekti. Gerçi biz her tatilde soluğu ya Dursunbey ya Bursa’da alırdık ama bayramda orada olmak hepsinden daha güzeldi. Hayatımın en güzel bayramlarını çocukluğumun ilk devresinde geçirdim. İlkokula başlayana kadar her iki tarafın en küçüğü bendim ve bu sayede prensesler gibi bir çocukluk yaşadım. Her bayram en az üç tane bayramlık kıyafetim olurdu, bayram alışverişinde saç tokasından çantaya, beyaz dantelli çoraplardan kırmızı rugan ayakkabılara kadar her şey düşünülürdü. Bayram sabahına kadar defalarca prova yapar, evin içinde yeni ayakkabılarla dolaşırdım.
                Bayramlıklardan sonra bizi en çok mutlu eden şey bayram harçlıklarıydı. En büyük harçlığı veren en küçük amcam olurdu her zaman. En gıcır parayı verense bankacı olan amcamdı. Eğer tatil uzunsa her iki tarafa da gidilmişse bayramın sonunda küçük bir servete sahibim demekti. Bayram harçlıklarıyla aldığımız çikolata, cips gibi abur cuburları yemek ve bayramyerindeki oyuncaklara binmek, bayramı bayram yapan en güzel şeydi.
                Sonra büyüdük. Harçlıklar azaldı. Kıyafetler artık eskisi kadar önemli değildi. Oyuncaklara binmek yada midemizi bozuncaya kadar abur cubur yemek için fazla büyüktük. Herşeyin rengi değişti. Canlı kırmızılar, maviler, sarılar yerini soluk pembelere, eflatunlara bıraktı. Annemle babama kızıp küstüğüm ve fakültedeki hocama bayramların eski tadı kalmadı diye yazdığım bir bayramın son günü, annem karlı bir yokuştan aşağı kayıp düştü. Yerde kıpırtısız yattığını görmek ve ilk kez bu kadar yakın birini kaybetme ihtimaliyle yüz yüze gelmek hayatımın en korkutucu anıydı. Ambulansla onu İzmir’e taşırken acıdan kendini kaybettiğini, dua etmekten başka elimden bir şey gelmediğini görmek, bayramın başında attığım mesajın ne kadar yersiz ve anlamsız olduğunun bir göstergesiydi. Annem uzun bir tedavi gördü, ağır ameliyatlar geçirdi ve çok şükür iyileşip eski sağlığına kavuştu.
                O günden sonra bayramlara hak ettikleri değeri vermenin anlam ve önemini artık biliyorum. Bayramın aileyle ve eşle dostla geçirilmesi gereken özel zaman dilimleri olduğunu düşünüyorum. Gelecek bayramlarda eğer bir çocuğum olursa, ona mutlaka bayrama özel bir kıyafet almayı ve bayram harçlığı verip gönlünce eğlenmesine müsaade etmeyi hayal ediyorum.

                Gelecek Ramazan bayramınızı şimdiden kutluyor, hepinize sağlık, afiyet ve huzur dolu mutlu bir bayram diliyorum. (18/09/2009)

10 Temmuz 2015 Cuma

Bereketli Bir Ramazan Elhamdülillah

   
         Bu yıl Ramazan çok bereketli geçiyor elhamdülillah. Uzun yıllardır böylesine idrak edememiştim mübarek ayı. Daha önce de bahsetmiştim, Ramazan ayı henüz girmeden Hocanne'nin blogunda yayınladığı "Çocuklu evde Ramazan'a nasıl hazırlanılır?" konulu yazısından çok feyiz aldım. Özellikle çocukları birilerine bırakıp camiye gitmek yada evde kılmak yerine çocuklarla birlikte teravihe gitmek çok iyi bir fikirdi. Çocukları akrabalara bırakıp umreye - hacca gitmeye yada çocukları camilerden, ibadet yerlerinden uzak tutmaya şiddetle karşı olan biri olarak bu tam benlik bir uygulama oldu doğrusu:)

                  Her yıl olduğu gibi bu yıl da TRT'nin Ramazan Sevinci programını takip ediyorum. Serdar Tuncer'in geri dönüşü ayrı bir güzellik oldu benim için. Sahurda Senai Demirci ile Serdar Tuncer'in programları arasında gidip geliyorum, her ikisinin programı da konukları da çok güzel ve özel. İlahiyatçı yazar Ahmet Bulut'u sık sık konuk ettiler. Onun sohbetlerinden çok feyiz aldım, Allah razı olsun hem ondan hem vesile olandan. Kuran'la ilgili yaptıkları bir anketten bahsetti. 5000 kişiyle yapılan bir çalışmanın sonuçlarına göre Türkiyede %85 in evinde Kuranı Kerim var, bu çok iyi bir rakam. Yine aynı çalışmaya göre Türkiye'de %45 in evinde Kuranı Kerimin Türkçe açıklaması var, bu da iyi bir sonuç sayılır, en azından iki kişiden birinin evinde meali şerif var. Şimdi asıl merak edilen soruya geliyoruz, çoğunluğu müslüman olan ülkemizde kaç kişi Yüce Yaratıcının insanlara olan mesajını hayatında bir kez olsun baştan sona okumuş? Sadece %4,5. Ne kadar düşük bir rakam öyle değil mi. Esef ederim ki, eğer ankete ben de dahil olsaydım o 4,5 luk kesime giremezdim. Çünkü zaman zaman bölüm bölüm meal okumalarım olduysa da, hatta 2/3 lik kısmını okumuş olsam da tümünü okudum diyemiyorum hala. Ama bu Ramazan azimliyim bu konuda, meal okumaya en baştan yeniden başladım, karınca misali ilerlesem de okuyorum, bitirmeye kararlıyım inşallah:)

                 Bu yıl havalar çok serin gitti, oruç tutmakta hiç zorlanmadık, susuzluktan harap olmadık çok şükür. Bu da Rabbimin bize bir ikramı oldu diye düşünüyorum. 

                   Geçen Ramazan en çok canımızı yakan İsrail'in Filistine yaptığı bombalı saldırılardı, hala hatırladıkça içim cız ediyor, İsraile lanet okuyorum. Bu yıl da Doğu Türkistan görüntüleri içimizi yaktı, haberleri takip etmek, fotoğraflara bakabilmek bile yürek istiyor. Onlar için çok dua ettik, uzaktan gönderilen bağışlar yaralarına merhem olur inşallah diye ümid ettik ve yaşasın zalimler için cehennem diye kendimizi teselli ettik. Yeryüzündeki zulüm gören tüm kardeşlerimiz her zaman bizim derdimiz olmalı ve onlar için her zaman dua etmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. Fiilen yapabileceğimiz bir şeyler varsa onları da ihmal etmemeliyiz elbette. Mesela biz kendi adımıza İsrail ürünlerini kullanmama, protesto etme fiiline hala devam ediyoruz. 

                   Yetimleri yada mülteci kardeşlerimizi evimizde ağırlama fırsatı bulamadık henüz. Eşimiz dostumuzla iftar yapmaktan öte geçemedi yine bu yılki davetler de. İnşallah fakirlerin, yetimlerin, vatanlarından uzakta olanların bir arada olduğu sofralara hizmet edebilmeyi de nasib eder Rabbim.

                   İki gündür Bursadayız. Hayatımdaki yeri çok büyük olan şehirlerin başında gelir Bursa. Annemin Bursalı oluşuna hep şükrediyorum. Dün Osman Gazi - Orhan Gazi dedelerimizi ziyaret etme fırsatı buldum çok şükür. Her gelişimde olmasa da ara ara uğrarım onlara, dua ederim, hasbihal ederim, eskilere dalarım, keşke o zamanlarda yaşasaydık diye hayıflanırım, gözlerim ve yüreğim dolu olarak ayrılırım yanlarından. Ulucami de olmazsa olmaz duraklardan. Bu sefer çocuklar yanımda değildi, yalnız olarak gittim. İbadet, dua, ortadaki şadırvanın ruhu dinlendiren sesi, mihrabı ve etrafını seyir, Ulucaminin açıldığı günü hatırlamak. Devrin padişahı, camiyi yaptıran büyük hünkar Yıldırım Bayezid, devrin din büyüğü Emirsultan-ı Buhari hazretleri, namazı kıldıran ve Fatiha'nın 7 farklı tefsirini yapan büyük Allah dostu Somuncu baba, daha kimler kimler vardı kimbilir. O günleri hayal etmek bile başka güzel. Eve dönüşte yolumun üstünde olan bir başka Allah dostu Mehmet Muhyiddin Üftade hazretleri, Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerinin mürşidi, Bursa'nın eteklerini bekleyen büyük veli. Ona da uğrayıp, selam verip, dua etmek, huzurunda hürmetle beklemek, manevi azığımızı alıp iftar için eve yollanmak. Ne büyük nimet.

                     İftardan hemen sonra Emirsultanda teravih namazı kılmak için hazırlanmanın heyecanı. Bu kez çocuklar teyzeleriyle Pınarbaşına gittiler, parkta oynamaya, benimle gelin diye ısrar etmedim doğrusu, arada sırada böyle kaçamaklar iyidir. Pek çok büyük camide olduğu gibi avluya hasırlar sermişler. Serin serin namazımızı kıldık, minareleri ve kubbeyi seyreyleyerek duamızı ettik şükürler olsun. Namaz çıkışı bayram yeri gibiydi, hem kalabalık hem şen. Bizde Pınarbaşına gittik çocukların yanına birer çay içelim diye. Çocukluğumun mutlu günlerinin geçtiği tarihi mesire yeri. Yüzlerce yıllık çınar ağaçları, havuz başında içilen çaylar, pınardan akan buz gibi su, parkta oynayan çocukların neşesi, ne mutlu anlar, ne güzel bir Ramazan. Bunu yaşatan Rabbime şükürler olsun.

                    

13 Haziran 2015 Cumartesi

Ortaya Karışık

                Bloğu epeydir ihmal ettim, yazacak şeyler çok birikti. Tek yazıda birkaç konuyu özetlemeye çalışacağım inşallah. Bu arada yazılar çok uzun diye de eleştiri aldım, kısaca anlatabilmek becerebildiğim bir şey değil maalesefJ

                İlk olarak katıldığım bir seminerden bahsetmek istiyorum. 28 Mayıs’ta Gaziemir Müftülüğünde psikolog İlknur Peder’le “Kadın İsterse” konulu seminere katıldım. İlknur hanımın ismini daha önce duymuştum hatta kendisinden yardım almak istediğim bir dönem olmuştu ama o zaman tanışmak fırsat olmadı. Zaman geçti, fırsat kendiliğinden benim ayağıma geldi. İlknur Hanım doğuştan engelli biri olarak hayata pek çoğumuzdan geride başlamış. Zor bir hayatın kahramanı kendisi. Fakat bu engeller ve zorluklar karşısında çoğumuzun yaptığı gibi karalar bağlamak, şikayet etmek, depresyona girmek yerine gayret etmiş, pes etmemiş, başka insanlara örnek olabilecek bir noktaya gelmiş. Onun hayat hikayesini anlatmıyorum, merak edenler internetten araştırabilir. Seminerde anlattıklarından biraz bahsetmek gerekirse, Kadın İsterse başaramayacağı şey yok, seminerin özetiydi. Negatif enerji yayan insanlardan uzak durun, dedikodu = gıybet yapılan ortamlara girmeyin dedi.  Negatif enerjiyi yayan yada bizi olumsuz etkileyen insan evimizin içindeyse, o halde görünmez tıkaçlarınız olsun ve kulağınız size gelen olumsuzlukları duymasın dedi. Kayınvalidem şunu dedi, görümcem bana bunu yaptı gibi meseleleri kafasına takan insanlar genellikle yapacak daha önemli bir işi yada önünde hedefi olmayan insanlardır dedi. Böyle bir durumda kendinize uğraşacak bir şeyler bulun, bir hobi edinin, kitap okuyun, size veya başkalarına faydalı olabilecek bir şeylerle meşgul olun, böylece ufak tefek şeyleri sorun haline getirip kendinizi yıpratmanıza gerek kalmaz dedi. Akşamları dizi takip etmenin, tv bağımlılığının bize çok zaman kaybettirdiğini hatırlattı ve tv yerine kitaba zaman ayırmanın fayda sağlayacağını söyledi. Son olarak her sabah kalktığınızda ilk iş olarak aynanın karşısına geçip kendinize “günaydın, günün güzel geçsin, bugün senin için iyi ve mutlu bir gün olsun” deyin, başkalarının size değer vermesini beklemeden önce siz kendi kendinize hak ettiğiniz değeri verin dedi. Bu konuda tüm salondaki bayanlardan söz aldı. Güzel, faydalı ve anlamlı bir seminerdi. Hem İlknur hanımdan hem de vesile olanlardan Allah razı olsun.

                Katıldığım ikinci seminer Çağdaş Eğitim Kolejinde veliler için düzenlenen bir eğitim semineriydi. Sevgili dostum Selma’nın misafiri olarak katıldığım seminer okulun pdr uzmanı Tuğba Tümer hanımefendi tarafından hazırlanıp sunuldu. İlk dikkatimi çeken şey  Tuğba Hanımın narin yapısı ve genç yaşı oldu. Fakat hemen sonra akıllı, kararlı ve kendini iyi yetiştirmiş bir uzman karşısında olduğumuzu anladım, ona hayran oldum. Sunumuna şu soruyla başladı; HAYATINIZIN ANLAMI NEDİR? Birkaç kişi söz aldı fakat beklenen yanıtı veremediler. Asıl aranan yanıt şuydu ; hayatın anlamı, anlamı olan bir hayat yaşamaktır. İkinci soru ise şuydu; HAYATINIZIN AMACI NEDİR? ”İnsanoğlunu ihtiyarlatan geride bıraktığı yılların çokluğu değil, ideal yokluğudur. Yıllar cildi kırıştırır, ideal yokluğuysa ruhları öldürür”. Bunun üzerine bir örnek verdi, nice ihtiyarlar tanıyorum bir hedef uğruna yaşıyorlar ve gözleri ışıl ışıl, kaç yaşında olurlarsa olsunlar ruhları genç ve dinamik. Öyle gençler de var ki, bir gayeleri olmadığı için erken yaşta hayattan bezmişler. Eşimiz, çocuklarımız, mesleğimiz ve gündelik yaşamımız dışında bir anlamı olmalı hayatınızın dedi. Sizi diğer insanlardan farklı kılan, yaratılış gayenize uygun bir anlam olmalı bu. Mesela sizi tanıyan insanlar sizin üzerinizde Allah’ın isimlerinden birinin tecelli ettiğini görmeli. Yada birgün bu dünyadan ayrıldığınızda sizi gerçekten iyilikle yad edebilecekleri bir özelliğiniz olmalı. Örneğin çok fedakar bir insandı, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğundan önce düşünürdü. Yada çok cömert bir insandı her zaman başkalarına verebilecek bir şeyleri vardı. Yada yetimleri sevindirmeyi çok severdi gibi. Örnekler çoğaltılabilir elbet. Bunların hepsi bizi diğer insanlardan ayıracak ve sıradan insan olmaktan çıkarıp yaratılış gayemize uygun insanı kamil olmaya doğru götürecek güzel vasıflar. Bunun farkına varmamız gerektiğine dikkat çekti. Yani bu dünyaya sadece yiyip - içip uyumak, evlenmek, çocuk büyütmek, çalışmak gibi fıtri ihtiyaçlarımız için gönderilmedik, bundan daha ulvi bir gayemiz var aslında. Her birimiz kendi yaratılış gayemizi bulmalı ve ona ulaşabilmek için emek vermeliyiz. O günden beri düşünüyorum, benim yaratılış gayem ne olabilir, Allah’ın hangi isminin üzerimde tecelli etmesini isterdim, kendim için hangi hedefi belirlemeliyim diye. Bence bu herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir konu. Bir de hepimizin arkasına sığındığı vaktim yok bahanesine değindi Tuğba hanım. Herkesin ağzında aynı laf var, çok yoğunum hiçbir şeye vaktim yok. Oysa akşamları tv izlemezsek bir sürü boş vaktimiz olur ve o vakti kitap okumaya ayırabiliriz. Geceleri 7 saat uyuyorsak bir saat erken kalkıp meal okuyabiliriz. Eğer 15 yaşında kuranı kerimin mealini bitirmeliyim diye bir karar verdiysek ve 35 yaşında hala bunu gerçekleştiremediysek, günlük telaşlar bizi oyalar, ertelemeye devam ederiz ve bir gün kara toprağa girdiğimizde o meal hala bitmemiş olur. Fakat artık bunun telafisi mümkün olmaz. İşte bu son cümle tam olarak beni kalbimden vurdu. Çünkü o anlattığı bendim. Yani Allah bana Tuğba hanım vesilesiyle bir mesaj göndermiş oldu aslında. Ben de mesajı aldım ve gerekeni yapacağım inşallah. Allah hem ondan hem de vesile olanlardan razı olsun.

                Araya çok güzel bir Antalya tatili ve bir de seçim gündemi girdi. Antalya tatilini ayrı bir yazıda uzun uzun anlatmak isterim. Seçim konusunda ise yazmak istemiyorum, sadece sonucun üzücü ve endişe verici olduğunu düşünüyorum. Umarım ülkemiz ve hepimizin geleceği için hayırla sonuçlanır.


                Son olarak yaklaşmakta olan Mübarek Ramazan ayıyla ilgili birkaç satır yazmak istiyorum. Bu konuda hocaannenin bloğunda “çocuklu evde Ramazan’a nasıl hazırlanılır?” başlıklı yazısını okumanızı hepinize tavsiye ederim. Ben kendisini severek takip ediyorum ve bu yazıdan da çok ilham aldım. Öncelikle Ramazan ayı boyunca her gece sahurda teheccüd namazı kılmak için bir fırsatımız olduğundan bahsediyor. Mümkünse teheccüd namazını çocuğunuzun uyuduğu odada kılın, çünkü biz uyurken beynimiz çalışmaya devam eder ve hafıza etraftaki sesleri kaydeder. Sizin kıldığınız namazı ve fısır fısır okuduğunuz duayı çocuk hafızaya alacak, ilerleyen yıllarda bu onun için güzel bir bilinçaltı olacak inşallah. İftarlarda sade sofralar kurmaya gayret edin, hem sağlık için hem de sünnete uygun olması için. Teravih namazına çocuklarla birlikte gidin, hepsini kılamasanız bile kılabildiğiniz kardır, çocuk teravih sünnetine küçük yaşta alışmış olur. Bunu uygulamaya kararlıyım hatta mahalledeki çocuklu arkadaşlara da teklif ettim, çocukları alıp birlikte camiye gidelim diye pek sıcak bakmadılar. Biz türk milleti olarak konforlu ibadet etmeyi seviyoruz, bu yüzden de çocukları camilerden uzak tutuyoruz ama yanlış yapıyoruz. Hem biz cemaatle ibadet şevkinden mahrum kalıyoruz hem de çocukların en güzel yılları ibadet mekanlarından uzakta geçiyor. Kimse gelmese bile çocuklarımı alıp gitmeye niyet ettim, güzel sonuçlanır inşallah. Bir başka nokta da Ramazan erzağımızı alıp ihtiyacı olan bir aileye gitmek, çocuğun bu iyilik ortamına şahit olması ve zihninde bunun fotoğrafının kalması. Bu da yapılabilecekler listesinde. Siz de bu konuda yorum bırakıp kendi önerilerinizi paylaşabilirsiniz. Ben hocaanneden çok istifade ettim, Allah ondan razı olsun. İnşallah hepimiz için bereketli  bir ay olur. Geçen Ramazan olduğu gibi İsrail Filistin’e bomba yağdırmaz inşallah. Dünyanın dört bir yanındaki zulümlerin bittiği bir ay olur inşallah. Kendi ülkemizde de kaos ortamından uzak, huzurlu ve lezzetli bir Ramazan yaşarız inşallah. Selametle ve muhabbetle…

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Annelerinden Ayrı Büyüyen Çocuklar



Öncelikle çalışan annelerden gelebilecek eleştiri ve savunmaları peşinen kabul ediyorum. Muhakkak kendilerince haklı ve geçerli nedenleri vardır, çalışan yada çalışmayan bütün annelerin yaptığı seçimlere saygı duymak gerekir. Fakat ben annelerden ziyade çocukların açısından bakarak yazmak istiyorum bu yazıyı. Çünkü onların kendilerini savunma yada duygularını ifade etme şansları da yok. Anneleri ne karar verdiyse onu yaşamak zorundalar, mutlu yada mutsuz olarak.

Benim annem çalışan bir kadın değildi. Bütün çocukluğum onun şefkatli ve güven veren kollarında geçti. Okuldan yada işten eve döndüğüm her gün o bizi evde beklerdi. Bu sayede annesizlik nedir, anne sevgisinden mahrum kalmak nasıl bir duygudur bunu bilmeden büyüdüm ne mutlu. Biz şanslı çocuklardık. Çocukları anneleri büyütürdü. Çocuk bakım evleri yada kreşler yoktu. Anane ve babanneler tatillerde severdi torunlarını. Her şey yerli yerindeydi. Fakat ben o zamanlar annem gibi evde çocuklarını beklemenin hayalini kuran biri değildim. Aksine okumanın, meslek sahibi olmanın, kariyer yapmanın derdindeydim. Evlilik, çocuk falan uzak hayallerdi o zamanlar.

Yıllar geçtikçe hayallerime kavuşmuşken, neden her şeyi yarım bıraktım. Çocuk olduktan sonra neden işe geri dönmedim. Üstelik ben ücretsiz izin de kullanmıştım ve bebeğim nerdeyse bir yaşına girecekti işe dönmem gereken zamanlarda. Sütten kesilmişti daha önce. Annem bebeğine ben bakarım diyordu. Yani işe dönmemek için hiçbir geçerli nedenim yoktu görünürde. Fakat içten içe bebeğin ilk dört yılının çok önemli olduğunu ve bu süreyi kesintisiz bir şekilde benimle geçirmesi gerektiğini biliyordum. Bunu okumama da gerek yoktu, fıtraten biliyordum böyle olduğunu. Sağolsun o zamanki şube müdürüm konumu itibariyle kendisinden beklenmeyecek şekilde beni yüreklendirdi. Hilal sen başarılı bir iş arkadaşısın, iş hayatına birkaç yıl ara vermekle bir şey kaybetmezsin, evinde otur çocuklarını büyüt dedi bana. Halbuki normalde biz sana emek verdik, yıllarca eğittik, yetiştirdik, bize verimli olman gereken zamanda işi bırakamazsın, geri dönmelisin nevinden laflar etmeliydi. Kapitalizmin ona biçtiği rol bunu gerektirirdi. O ise kalbinden geçeni yaptı ve sıradan bir aile babası gibi konuştu. Ben de tüm eleştirilere ve içimde büyüyen korkulara rağmen kalbimden geçeni yaptım; 5 yıllık bankacılık kariyerimi bir kalemde silerek, üstelik 5 kuruş tazminat ta almadan işten ayrıldım. Evimin kadını, çocuklarımın anası oldumJ

Ben mükemmel bir anneyim ve çocuklarım çok mutlu diye bir iddiada bulunamam. Hatta GDO’lu mısırları yemelerine izin verdiğim için, çocuklarımın çok şanssız olduğunu düşünen anneler de varJ Muhakkak pek çok eksiğim kusurum vardır. Çalışan annelerin hep iddia ettiği gibi çocuklarımla çok kaliteli zaman geçiremiyor da olabilirim. Ama şunu söyleyebilirim ki, çocuklar her ihtiyaç duyduklarında yanlarındaydım. Her anne dediklerinde ben ordaydım. Onlara kendi evimizde rahatça dağıtabilecekleri, kırıp döküp keşfedebilecekleri bir ortam sundum. Annane – babanne kurallarıyla yada kreş ortamında değil kendi evlerinde benim gözümün önünde büyüdüler. Şimdiki zamanda neredeyse lüks olan bir şeyi yaşadılar yani. Bu yüzden şanslı olduklarını düşünüyorum.

Gelelim diğer çocuklara. Annelerinden çok erken ayrılmak zorunda kalan, daha anne sütüne ve anne kucağının sıcaklığına doyamadan, Adem Güneş’in ifadesiyle güvenli bağlanmayı yaşayamadan, başka kucaklara emanet edilen çocuklara. Çevremde gözlemlediğim bir iki örnekle başlamak istiyorum. Biri henüz küçücük bir  bebek. Annesini emmiyor. Annanesi tarafından bakılıyor. Annesinin işi serbest meslek olduğu ve iznini kendi koşullarına göre uzatabileceği halde işe dönmeyi tercih etmiş. Bebek daha iki aylık bile değil. O minicik yavru annesinden önce ananesini tanıyacak, onun kokusunu bilecek, beni karnında taşıyan sesine alışık olduğum annem nerede diye soracak muhtemelen. Bir başka örnek daha şanslı, çünkü o annesiyle kesintisiz 6 -7 ay geçirme şansı buldu. Ona da ananesi bakıyor. Annesini hala emiyor. Annesi işe dönüşünü biraz daha geciktirebilirdi belki ama böyle bir tercih yaptı. Çocuk annesini emerek uyuyabildiği için anane uykusu geldiğinde onu uyutmakta zorlanıyor. Bu yüzden ne zaman görsem uykusu gelmiş ama uyuyamamış bir halde oluyor çocuk.

Çalışan annelerin pek çoğu bilinçli, kendini iyi yetiştirmiş kadınlar. Çocukları için her şeyin en iyisini istiyorlar. İşten eve döndüklerinde onlarla kaliteli vakit geçiriyorlar. Anane ve babanneler daha tecrübeli ve muhakkak torunlarına annelerinden bile iyi  bakarlar!?. Bunların hepsi doğrudur. Ama çocuk sadece annesini ister. Onun için annesinin  kariyeri, çalışma koşulları, izin alıp alamayacağı gibi kavramlar bir şey ifade etmez. Hiçbir anane yada babanne torununa ne kadar iyi bakarsa baksın annenin yerini tutamaz. Üstelik onlar genç anneler gibi dinamik te olamaz. 20-25 yıl önce çocuk büyüttükleri yöntemlerle bu zamanda yeniden annelik etmeye çalışıyorlar. Bazı şeyleri yeniden öğreniyorlar. Yorulup didinip ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar mutlaka. Ama çocuklar ne hissediyor acaba. Onları ikinci anne gibi mi görüyorlar, büyükannelerin şefkati annenin boşluğunu doldurmaya yetiyor mu. Ya büyükannesiyle büyüyecek kadar şanslı olmayan yabancı birine emanet edilen yada kreşlerde büyüyen çocuklar. Onların hali daha mı vahim, daha mı çok acıtır insanın canını. Elbette bütün örnekler kötü olacak değil. Yakın bir dostum işe dönerken çocuğunu bakıcıya emanet etti, iyi bir ilişki kuruldu aralarında, çocuk bakıcısını da ikinci bir anne gibi benimsedi, onunla iyi vakit geçirdi. Hem arkadaşım hem de bebeği bu zor dönemi nispeten rahat geçirdiler ve ikisi de mutluydular.


Bugünün yaşam standardı bunu gerektiriyor ve çocuklar ister istemez buna ayak uydurmak zorunda kalıyorlar. Elbette uzun yıllar eğitim gören, çalışma hayatında pek çok zorluğa göğüs gererek bir yerlere gelen kadınların anne olduktan sonra her şeyden elini eteğini çekip eve kapanmasını beklemek gerçekçi olmaz. Ama en azından alabildikleri kadar uzun izin alıp, ücretsiz izin alma şansları varsa bunu es geçmeyip, eğer işe ara verme şansları varsa bir süreliğine de olsa bunu yapıp çocuklarının yanlarında olmalılar. Çünkü dünyaya gelmeyi onlar seçmedi, biz istediğimiz için emanet olarak verildiler. Dualarla çağırdığımız, aylar boyu yolunu gözlediğimiz kıymetli emanetlerden bu kadar çabuk ve kolay vazgeçmemeliyiz. Onların bize en çok ihtiyacı olduğu ilk ayları ve yılları boyunca elimizden geldiğince yanlarında olup gereken her türlü desteği sunmalıyız. Yoksa başkaları büyütsün diye çocuk sahibi olmanın ne anlamı olabilirki.

Hızlandırılmış Bir Bursa Turundan Geriye Kalanlar



            Bursa annemin doğup büyüdüğü şehir. Çocukken her bayramda, her tatilde mutlaka gidip birkaç gün bazen de birkaç hafta geçirdiğimiz şehir. Büyüdükçe anlamı da değeri de arttı benim için. Annemin akrabalarını sevmek ve onlarla birlikte olmak bir yana, şehrin tarihi dokusu benim için hiç te azımsanmayacak bir anlam ifade ediyor. Orası memleket olmasaydı da gezmeye gidip keşfettiğim bir şehir olsaydı bundan daha az sevemezdim.

            Eşim de hem Bursa’yı çok sever, hem oradaki akrabalarımızla çok iyi geçinir. Bu yüzden Bursa hep gönlünde ve dilindedir. İzmir’de olduğumuz pek çok vakit şimdi Bursa’da olmak vardı der,  birlikte hayal kurarız. Bir de iki yıl önce kardeşimin tayini Keles’e çıktı, Arif dedemin doğup büyüdüğü bu küçük dağ kasabası yıllar sonra bizim için ayrı bir anlam ifade eder oldu. Daha önce de zaman zaman gittiğimiz akrabalarla buluştuğumuz bir yerdi. O zaman da severdik. Kardeşim oraya yerleşince biz de birkaç kez gidip orada vakit geçirme fırsatı bulduk. Gerçekten çok sevimli ve güzel bir ilçe. Tertemiz havası, ormanları, buz gibi suyu, sıcak ve samimi insanlarıyla Keles bizim için unutulmaz bir belde olarak yer edecek. Eşimin işi müsaade etmediği için gittiğimiz zamanlar uzun vakit geçiremiyoruz. Sadece iki günlük kısa ziyaretler oluyor genelde. Bu haftasonu da yine onlardan birini yaptık. Kardeşimin kısa bir süre sonra başka bir şehre tayin edilecek olması sebebiyle Keles’e veda ziyaretiydi aynı zamanda.

            Cuma günü ben annemlerle yola çıktım. Çocuklar şehirlerarası yolculuğu pek sevmedikleri ve sıkıldıkları için biraz zor bir yolculuk oldu. Yanıma aldığım kitaplar, kalemler, oyuncaklar kar etmedi. Hava çok sıcak olunca ekstra zorlandık. Neyseki kazasız belasız Bursa’ya dede evine ulaştık. O gece Miraç Kandiliydi, çok şükür yatsı namazını Ulucami’de eda edebilme fırsatımız oldu. Caminin içi tamamen dolup taşmış, avluya hasırlar sermişler, biz de dışarıda kendimize yer bulabildik. O kalabalık bana Mekke ve Medine’de yada İstanbul’da Eyüp Sultanda kılınan namazları hatırlattı. Ulucami’nin manevi havası beni her zaman etkiler, fakat o gece çok daha yoğun hissettim o maneviyatı. Allah’a şükürler olsun ki, ecdadın imanla ve aşkla yoğurarak göğe yükselttiği kubbeler ve minareler hala sapasağlam ayakta, inşallah kıyamete kadar da dimdik yerinde kalır ve her daim insanların dua ve aminleriyle yankılanır. O geceki en büyük duam bir Miraç Kandilini Kudüs’te Mescidi Aksa da geçirebilmekti. İnşallah kahrolası İsrail yeryüzünden silinir, yok olur gider. Zalimin zulmünün bittiği günleri de görürüz inşallah.

            Ertesi gün öğle namazını yine Ulucami’de kıldık. Çocukları da yanıma almıştım. Camide yaşadıklarımızı ayrı bir yazıda detaylı olarak anlatmak istiyorum, burada değinmek istemiyorum bu yüzden. Namazdan sonra Kozahan’a uğrayıp alışveriş yapmamak olmazJ Orada da her zaman yaptığımız ziyaretlerle birkaç saat geçirdik. Hem çok sıcak hem de çok kalabalıktı. Tek şikayet edebileceğim şey Bursa’ya her gidişimde şehri daha kalabalık buluyor oluşum. Hem yerli, hem yabancı turistler, hem de Bursa’nın kendi halkı, hepsi birden Ulucami ve etrafında toplanmış sanki. Tam bir cazibe merkezi olmuş. Akşamüstü Keles’e geçeceğimiz için Bursa’da fazla oyalanmadık. Halbuki bana kalsa mutlaka Emirsultan’a gitmek isterdim. Yeşil ve civarını ziyaret ederdim. Sümbüllü Bahçe yada Hünkar konağında çayımı yada şerbetimi içerdim. Maalesef bu sefer olmadı.

            Keles yoluna girer girmez şehrin kalabalığı da sıcak hava da geride kaldı. Serin, temiz, latif bir hava, yemyeşil ormanlar ve göller, cıvıl cıvıl kuş sesleri bize eşlik etti yol boyunca. Çocukların ikisi de uyuyup kaldığı için manzaranın tadını çıkardım doya doyaJ  Tam da akşam yemeği vakti ulaştık kardeşimin ve sevgili eşinin güzel evlerine. Yemek, kahve, çay ve muhabbet eşliğinde güzel bir akşam geçirdik. O akşamın en güzel keşfi; belli bir saatten sonra ötmeye başlayan kuşun güzel sesiydi. Bir süredir her gece aynı ağaçta ötmeye başlamış. Kardeşimin evinin önündeki parkta bulunan ağaçlardan birinde ötüyor muhtemelen. Gece bütün sesler susunca onun konseri başlıyor. Öyle güzel ötüyordu ki, bugüne kadar ağaçlara çiçeklere şehirlere aşık olmuştum  ama ilk kez kuş cinsinden bir hayvana hayranlık ötesinde bir yakınlık duydum. Sabaha kadar öttü ve bu sayede çok mesut bir gece geçirdim.

            Ertesi gün Kocayayla’da akraba buluşmamız vardı. Hem kardeşimin Keles’e vedası hem de akrabaların yıllar sonra yeniden bir araya gelmesi anlamını taşıyan bu güzel organizasyon hepimiz için çok güzel geçti. Eğer gidemeseydim çok üzülecektim şüphesiz. Hava çok güzeldi ve bu biraz şaşırtıcıydı. Çünkü iki yıl önce temmuz ayında yine Keles’te yağmur yağdıktan sonra hava çok soğuduğu için soba yakmıştık. Mayıs ayında bu kadar güneşli ve sıcak bir hava beklemiyordum.  İzmir’den gelirken sıcak havayı da peşimize takıp getirdik sanıyorumJ O günün ilk ve en güzel sürprizi, ben gelemem beklemeyin diyen eşimin son anda karar verip bizden önce piknik alanına varmış olmasıydı. Onun gelişiyle mutluluğum tamam oldu, yüzüm daha bir güldü. Bütün gün her şey yolunda gitti, hem çocuklar hem biz hem de büyükler için keyifli bir gün oldu. Dayımın gelini müstesna, onun alerjisi varmış ve daha gelir gelmez polenlerden etkilenip yüzü gözü kızardı, çok rahatsız oldu, kızcağız günün tadını çıkarmakta zorlansa da bize eşlik edip sonuna kadar kaldı sağolsun.


            Piknik bitip herkes dağıldıktan sonra yine kardeşimin evine döndük. Bir gece daha kalacak  ve gizemli kuşun senfonisini dinleyecek olmanın sevinci içindeydim. Tüm misafirler gittikten sonra camı açıp uzun uzun dinledim. Telefonuma sesini kaydettim. Hatta dostlarla paylaştım bu ses kaydını. Güzel olan her şey gibi bu da bitti. Sabah oldu. Eve dönüş vakti geldi. Tüm yolculukların en sevmediğim kısmı başladı. Pek çok insan bir yerlerden dönerken, evine kavuşacak olmanın sevincini yaşar. Bense gittiğim yerlerden ayrılıyor olmanın hüznünü yaşarım, sanki yeterince kalamadım, doyamadım, evimi henüz özlemedim gibi bir duygu bu. Bu yüzden Bornova’dan her inişimiz eşim için, yaşasın benim şehrim, evim evim güzel evim şeklinde dillendirilirken benim için yine geldik İzmir’e, sevemedim bir türlü şeklinde sessiz serzenişlerle doludur.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Şiddete Meyilli Anneler ve Çocukları

                Geçen gün kayınvalidemi ziyarete gelen misafirlerle sohbet ederken konu çocukken yediğimiz dayaklara geldi nerden geldiyse. Herkes kendi çocukluğuna dair dayak anısını anlattı, şimdi gülerek anlattığımız o anlar küçükken canımızı yakan ve bizi yaralayan anlardı. Ruhumuzda izi kalmıştır mutlaka.

                Ben de her çocuk gibi anneme hayrandım. Aynı zamanda onun en yakın arkadaşı ve sırdaşıydım. Yine her çocuk gibi zaman zaman yaramazlık yapardım ve onu kızdırdığım zamanlarda dayak ta yerdim. Çoğunu unuttum muhtemelen ama bir iki yaramazlığım var ki, onlar gerçekten annemi çok kızdırmış ve sonuçları benim için de epey ağır olmuştu. Bunlardan konu açıldığı zaman annem üzülüyor ve onu suçladığımı düşünerek kendini savunuyor. Ben kötü bir anneymişim demek siz daha iyisini yapın diyor. Aslında annemin kötü yada başarısız bir anne olduğunu düşünmedim hiçbir zaman. Sadece omzundaki yükler ona ağır geliyordu bazen ve böyle zamanlarda sabredemeyip şiddete başvuruyordu. Yardımcı olacak, yükünü hafifletecek kimsesi yoktu annemin, yalnız büyüttü bizi. Babam bile olmazdı çoğu zaman yanında, tek başına koşardı her şeye. Üstelik eskiden her şey daha zordu, şimdiki gibi değildi yaşam koşulları. Anneleri yetiştirmek ve bilinçlendirmek için bugünkü kadar bol kaynak ta yoktu o zamanlar yada herkesin ulaşabileceği kadar yaygın değildi muhtemelen. Kendi büyüdükleri gibi ve çevreden gördükleriyle büyüttüler annelerimiz bizleri.

                Bizse çok şanslıyız bu konuda. Anne çocukla ilgili yüzlerce, binlerce yayın var. Radyoda , televizyonda sürekli konuşan, anlatan uzmanlar var. Etrafta daha doğru örnekler var. Çocuk yetiştirirken yanlış yapmamak için kendimizi geliştirebileceğimiz bütün materyaller elimizin altında. Bilinçlenmek isteyen anneler bunlardan faydalanıyorlar. Ben de anne olmaya karar verdiğim günden beri pek çok kitap okudum. Başta Adem Güneş olmak üzere birçok uzmanın kitabından bir sürü şey öğrendim. Elbette okuduklarımızı tecrübe etmek çok kolay olmuyor bazen.

                Fatma Zehra bebekken herkes bana çok sabırlı bir anne olduğumu söylerdi. Bunun nedeni bebek ağlarken sakin kalmam, ona sinirlenmemem ve bağırmamamdı sanırım. O minicik bir bebekti ve ağlıyorsa benim çözmem gereken bir sorunu vardı. Beni kızdırmak için ağlamıyordu, sadece derdini anlatmaya çalışıyordu, ben böyle düşünür ve sorunu nasıl çözebileceğime odaklanırdım. Uzun süre bu böyle devam etti.

                Meryem’e hamile kaldığımda  Zehra  20 aylıktı daha. Hamileliğim boyunca  ilişkimizi bozacak, gerilmemize neden olacak bir şey yaşamadık. Zaten o yaramaz bir çocuk olmadı hiçbir zaman. Başkalarına yaramazlık gibi gelen çocukça davranışlarını her zaman toleransla karşıladım. Sonra Meryem katıldı aramıza. Zehra kardeşini kıskandı ilk zamanlar. Bu zaten beklediğim bir şeydi, hazırlıklıydım. Ona hiç kızmadım, hep sabırla anlattım, daha fazla ilgi ve sevgi gösterdim. Çok küçük yaşta abla oldu ve çevremizdekiler ona sen artık abla oldun, büyüdün ifadelerini kullandı bazen. Bense onun daha çok küçük bir çocuk olduğunu hiç unutmadım, bunu hem ona hem de başkalarına anlatmaya çalıştım. Tuvalet eğitimini Meryem bebekken gerçekleştirdik, çok şükür o dönemi de sabırla, gerilmeden, Zehra’yı yıpratmadan atlattık. Zehra oyuncaklarıyla oynamayı sevmezdi, televizyon yada bilgisayar merakı yoktu. Çok küçük yaştan beri sosyal bir çocuktu ve insanlarla iletişim halinde olmayı severdi. Eşimin akrabaları yakın çevremizde oturdukları için sık sık onları ziyarete gider. Halasıyla, teyzesiyle vakit geçirmeyi sever. Eğer evde yalnızsa odasındaki dolabı karıştırır, sürekli kıyafet değiştirir. Bu durum biraz can sıkıcı olsa da çoğunlukla hoşgörülü davranırım. Fakat bir dönem ne olduysa oldu, her şeye itiraz etmeye başladı, istediği bir şey olmayınca ağlamaya başladı, kıyafet seçimi konusunda sorun yaşar olduk, ben kendi seçimlerini yapmasına çoğu zaman müsaade etsem de bazen uygunsuz kıyafetler seçtiğinde müdahale ediyordum, bu da krize neden oluyordu. Nasıl başladı, ne kadar sürdü tam olarak bilemiyorum ama o dönem her zaman var olan sükunetimi ve sabrımı kaybettim. Ona sinirlenmeye başladım, sinirlendiğim zaman içimden gelen şiddet gösterme eğilimini bastırmakta çok zorlandım ve bir iki kez kendimi tutamayıp ona vurduğum da oldu. Şimdi çok pişmanlık duyuyorum bunu yazarken ama maalesef yanlış olduğunu bile bile bunu yaptım. Elbette ondan özür diledim, bir daha olmayacağına söz verdim ve tekrar etmemek için kendimi tuttum. Peki neydi beni şiddet gösterecek noktaya getiren şey. Birincisi çocukluğunda şiddet gören insanlar, büyüdüklerinde şiddet göstermeye meyilli olurlar. İkincisi çevremdeki herkes başta kendi aile büyüklerim olmak üzere; benim çok sabırlı olduğum, çocuklara karşı fazla hoşgörülü olduğum, onları terbiye edemediğim konusunda hemfikirdi. Hatta annem yada babam bazen çocuklarla yaşadığım bir olaya şahit olduğunda ben olsaydım çoktan dayak yemişti, yada dayağı hak etti gibi ifadeler kullandılar. Buda bende sanki benim kızmaya hakkım varmış ve çocuk gerçekten cezayı hak ediyormuş gibi bir izlenim yarattı. Bir de Zehra’yla o gerilimi yaşadığımız dönemlerde hayatımda yolunda gitmeyen başka şeylerde vardı ve omzumdaki yükleri taşıyamadığımda ona da sabır gösteremediğimi fark ettim.

                Yazının en başına dönersek, o gün çocukken dayak yediğini anlatanlarda anne olduklarında kendilerinin de şiddet gösterebileceklerini yada bunu normal gördüklerini gözlemledim. Oysa hayvanlar bile dayakla terbiye edilmiyor artık. Bazı çocuklar dayaktan anlar yada yeri geldiğinde az da olsa vurmak gerekir gibi ifadeler çoktan kullanımdan kalkmış olmalı. Hala bunu savunanlar olduğunu gördüğümde çok üzülüyorum. Evet belki biz anne babamızdan, öğretmenimizden yada arkadaşlarımızdan dayak yemiş olabiliriz ama bunu çocuklarımıza da yaşatmaya hakkımız yok. Çünkü biz böyle davranırsak onlar da şiddete meyilli yetişkinler olacaklar ve bu toplumun tamamına sirayet edecek. Eğer şiddetle anılan bir toplum olmak istemiyorsak, önce kendi evimizde şefkat ve sabır tohumları ekmeliyiz. İnsana insanca muamele etmeyi yaşayarak öğretmeliyiz çocuklarımıza. O zaman gelecek günler çok daha güzel olacak inşallah.  


5 Mayıs 2015 Salı

Kanser Olmamak İçin Ne Yapmalı?

    Kayınvalidem bugün ameliyat oldu. Yaklaşık 8 ay önce meme kanseri teşhisi konduğunda hiçbirimiz böyle birşey beklemiyorduk. Hem onun hem de bizim için şok edici bir durumdu. Çok üzüldük, çok kaygılandık ama ister istemez kabullendik durumu. Tedavi süreci kemoterapiyle başladı, ameliyatı çok başarılı geçti, bundan sonrası daha kolay olacak ve tümüyle iyileşecek inşallah. 

      Ameliyattan sonra odaya gelen doktoru çok önemli şeyler söyledi. Onu olduğu kadar bizi de ilgilendirdiği için burada paylaşmak istedim. Öncelikle ameliyatın çok iyi geçtiğini, kanseri tümüyle temizlediklerini ve iyileşeceğini söyledi. Allah sana ikinci bir şans verdi, bunu iyi kullan dedi. Bundan sonra hayatını değiştir, görüşmek istemediğin insanlarla görüşme, gitmek istemediğin yere gitme, seni mutsuz eden şeylerden ve insanlardan uzak dur, bencil ol. Böyle yaparsan bundan sonra sağlıklı ve uzun bir ömrün olur, yapamazsan yeniden hasta olursun. Konuşmasının özeti buydu. Aslında daha önce Teşhis ilk konulduğunda gittiğimiz psikolog ta aynı şeyleri söylemişti. Demek ki uzmanlar kanser konusunda yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz ürünlerdeki kanserojen maddelerden daha fazla psikolojik unsurları önemsiyorlar. 

       Bencil olmak, sadece kendini düşünmek İslâmiyetle bağdaşır mı, bizim yetiştirildiğimiz değerlerle ters düşer mi bu tartışılır. Fakat istemediğimiz birşeyi yapmak zorunda kalmak yasa sevmediğimiz insanlarla sevmediğimiz bir ortamda bulunmak gerçekten yıpratıcı etkileri olan durumlar, bunları ben de kendi hayatımda tecrübe ediyorum kimi zaman. Bir de elâlem ne ser düşüncesiyle başkaları için yaşamak diye bir gerçek var. Bunun yanlış olduğunu düşündüm her zaman. Kendi doğrularımız ve değer yargılarımız şekil vermeli hayatımıza. Birbirimizin yaşama Alanına saygılı olmalıyız aynı zamanda. Maalesef bazen en yakınlarımızın sınırlarını çiğniyoruz, özel hayatlarına müdahale ediyoruz, sitemkâr tavırlar yada emrivakilerle hayatı zorlaştırıyoruz birbirimiz için. 

       Bir de Allah'ın emanet olarak verdiği bedene ve ruha iyi bakmak meselesi var. Biz beden ve ruh sağlığımızı korumakla mükellefiz aslında. Her nekadar biz pek farkında olmasak ta insan olarak yaratıldığımız için üstün ve değerliyiz. Mükemmel bir donanımla başlıyoruz hayata. Yaşarken bunun bilincinde olmak lazım biraz da. Bizi üzen ve yıpratan şeylerin kanser edebilecek kadar büyük bir etkisi varsa onlardan uzak durmakta fayda var elbette. 

3 Mayıs 2015 Pazar

Hazreti Hacer Zemzem'in Annesi

      
        Okumayı öğrendiğim ilk günden beri en sevdiğim kitaplar hikaye ve roman tarzında yazılmış kitaplar oldu. Babam her zaman beni daha ciddi kitaplar okumam konusunda uyarıp roman okuduğum için vaktimi boşa harcadığımı söyler. Neden böyle düşündüğünü anlayabiliyorum ama yine de romanların büyülü dünyasından uzak kalamıyorum. Özellikle de çok sevdiğim bazı yazarların romanlarını soluksuz okurum. Sibel Eraslan da sevdiğim yazarlardan biridir.

          Son birkaç yıldır "Cennet Kadınlarının Sultanları" adıyla bir seri hazırladılar. Serinin ilk dört kitabı Hz.Meryem, Hz.Asiye, Hz.Hatice ve Hz.Fatıma (ra) hakkındaydı. Hepsi de birbirinden güzeldi. Çoğu bildiğimiz ve tanıdığımız annelerimiz olsa da hiç bilmediğimiz şeyler de vardı kitaplarda. Hem verilen bilgiler hem de kitaplardaki hikaye kurgusu çok başarılıydı. Özellikle Siret-i Meryem kitabını okurken çok etkilenmiştim, eğer bir kızım daha olursa ismini Meryem koymaya o zaman karar verdim ve hemen akabinde ikinci kızıma hamile kaldım, kitabın bizde böyle anlamlı bir anısı kaldı. Bu yılki kitap fuarını gezerken Sibel Eraslan'ın yeni çıkan kitaplarını görünce çok heyecanlandım. Biri Hz.Aişe diğeri de Hz.Hacer hakkında yazılmış ve serinin devamı niteliğinde hazırlanmış. Hemen alıp önce Hz.Hacer'i okumaya başladım. Beni yanıltmadı, su gibi aktı hikaye, hem tanıdıktı hem yeniydi. Hiç bilmediğim şeyler de vardı, çocukluktan beri aşina olduğum şeyler de. 

           Hz.Hacer'in esir düşmesiyle başladı hikaye. Muhteşem Yüzyıl dizisinde saraya esir olarak getirilen Hürrem'den aşinaydık bu sahnelere, Hacer'in hikayesi de benzer bir yolculukla başladı. Onun soylu bir aileden geldiğini, Çöl prenslerinin kızı olduğunu bilmiyordum ben söz gelimi. Esir olarak götürüldüğü ülkenin sarayında, kralın ve soyluların sefahat düşkünlüğünden Allah'ın inayetiyle nasıl korunduğu, kendilerini gizleyen hanif kimseler tarafından nasıl eğitildiği ve bu sarayda Sare ile ilk karşılaşmaları kitabın en etkili bölümlerinden. Sare validemiz öyle etkileyici biçimde tasvir edilmiş ki, onun güzelliği gözlerinizin önünde canlanıyor adeta. Hayran olmamak elde değil bu güzelliğe ve cazibeye. Sare'nin krala nasıl karşı koyduğu hepimiz tarafından bilinen hikaye. Sare Hacer'i de alarak ayrılıyor bu ülkeden, zaten oraya uğramaları ve bu imtihandan geçmeleri o emaneti almak içinmiş aslında. 

            Hikayenin bundan sonrası Sare ile Hacer arasında gelişen güzel bir arkadaşlık ve yoldaşlık hikayesi. Sare validemiz çok güzel ve alımlı olduğu kadar şefkati, merhameti, zekası ve hitabetiyle de gözde ve üstün yaratılışta. Hz. İbrahim için özel olarak yaratıldığı, ona denk olduğu birbirlerinin hem eşi, hem yoldaşı oldukları ilk günden itibaren bütün zorluklara göğüs gerdikleri ve her şeyin üstesinden birlikte geldikleri vurgulanıyor bu bölümde. Sare Hacer'e Efendi İbrahimin hikayesini anlatırken biz de yeniden tekrar ediyoruz. Burada İbrahim peygambere hayran olmamak elde değil. Onun ne kadar şefkatli, merhametli, yufka yürekli olduğu, cömertliği, çocuklara olan düşkünlüğü, evlat hasreti çektiği halde eşine duyduğu sevgi ve bağlılıktan dolayı, bunu belli etmemek için nasıl didindiği çok güzel ve çok duygusal olarak anlatılmış. Hz.İbrahim ete kemiğe bürünmüş bu satırlarda, ilk kez onu bir insan olarak, bir erkek olarak, bir eş olarak canlandırabildim kitabı okurken. 

            Kitabın sonlarına doğru bildiğimiz üzere Sare validemiz eşi İbrahim'in evlat hasretine daha fazla kayıtsız kalamıyor ve kölesi Hacer'i onunla evlendiriyor. Böyle bir kararı verebilmek her kadının harcı değil elbette, onun gibi büyük bir peygamberin eşi olmak lazım bunun için. Haceri ruhen hazırlıyor bunun için. Adım adım ilerleyip manevi hallerden hallere geçiyorlar birlikte. Nihayetinde Allah'ın takdiri gereği Hz.Hacer İbrahim peygambere eş oluyor. Hz.İsmail'in dünyaya gelişi çok gecikmiyor ama maalesef minik yavrunun ve annesinin mutlu günleri çok kısa sürüyor. Haklarında sürgün kararının çıkması çok sürmüyor. Sare validemize kızgınlık yada kırgınlık duyabilirsiniz bu noktada. Ama verilen karar ilahi bir plan dairesinde gerçekleşiyor. Asıl yönlendiren eli görmek lazım. Hz.İbrahim kokusuna doyamadığı yavrusunu ve kadınını çölün ortasında yapayalnız bıraktıysa, Allah'ın takdiri böyle olduğu içindir. Allah'ın halili olmanın bedeli çok ağır olduğu içindir. Hacer validemizin çölün altındaki denizi bulup çıkaran kadın olması takdir edildiği içindir. Kabeyi yeniden inşa etmek Hz.İbrahimle oğlu Hz.İsmaile nasip olacağı içindir. Ve asırlar sonra gelecek olan son peygamber Hacer'le İsmail'in soyundan geleceği içindir. Bu ne büyük bir ikramdır. Böyle büyük güzelliklerin imtihanı da çok büyük ve zor olur elbette. Bunları bizim gibi küçük ve sıradan insanların anlaması zor olsa da hikaye çok anlamlı ve güzeldi. Ben kendi adıma çok feyiz aldım, inşallah sizler de beğenirsiniz.

28 Nisan 2015 Salı

Ateşle İmtihanımızın Adı: Fatma Zehra


              Fatma Zehra benim ilk bebeğim, kabul olunan dualarımın en büyüğü, en kıymetlisi, en değerlim, göz bebeğim. Bir eylül günü aldım onu kollarıma. Öylesine küçüktü ki, dokunmaya korkardınız. O güne dek tattığım duyguların en güzeliydi onunla kucaklaşmak. Bu mutluluğumuz üç gün sürdü. Dördüncü gün aile hekimine topuğundan kan aldırmak için gittiğimizde hemşirelerde bir telaş vardı bana belli etmek istemeseler de. Meğer ateşi varmış kuzumun, sıcaklığını fark etsem de ateşi olabileceğini akıl edemedim anneliğin o ilk günlerindeki şaşkınlık ve acemilikle. Neredeyse 39 un üstünde bir ateş ölçtüler, daha o dakika ağlamaya başladım ne yapacağımı bilemeden. Sakinleştirmeye çalışıp bir çocuk hekimine gösterin hemen diyerek uğurladılar bizi. İlk gittiğimiz hastanede yaşlı bir çocuk hekimiyle karşılaştık. Engin tecrübesiyle hemen koydu teşhisi, yeterince anne sütü alamadığı için susuz kalmış, o yüzden çıkmış ateşi, yine de çocuk hastanesine götürüp tetkik ettirseniz iyi olur dedi. Demek susuz kalmıştı yavrum, halbuki göğüslerim sütle dolup taşıyordu. Ben onu her göğsüme aldığımda emzirdim sanıp bırakıyordum, ne kadar süt çektiğini doyup doymadığını anlamıyordum. Orada olgun yaşta bir hemşire ilgilendi benimle, göğüslerim tam boşalmadığı için futbol topu gibi sertleşmişti, bu kadar sert bir göğsü tutup ememez bebek, bunların pompayla sağılıp boşalması lazım, sağdığın sütü verirsin bebeğe, bir şeyi kalmaz merak etme diyerek rahatlattı bizi. Allah ondan razı olsun. Böylece ilk günlerde süt pompalarının yeni anneler için ne kadar önemli bir işlevi olduğu ilk ondan öğrenmiş oldum. 

            Keşke o gün bebeği alıp evimize dönseydik, Çocuk Hastanesine götürmeseydik keşke. Acilden giriş yapıp ateşi var dediğimizde, yeni doğanlarda yüksek ateş çok riskli olduğundan hemen yatış kararı aldılar. Buraya kadar herşey normaldi. Yenidoğan yatan hasta servisinde bir hemşire Fatma Zehra'yı soydu, kıyafetlerini bana verdi, koluna bir bant takıp ismini yazdı sonra da gözden kayboldu. Bense giriş kapısında elimde bebeğimin kıyafetleriyle kalakaldım. Asıl o zaman anladım neler olduğunu, dünya başıma yıkıldı sanki. Çocuk Hastanesinin yeni doğan yatan hasta servisine refakatçi almıyorlarmış meğer, enfeksiyon riski ve daha önce yaşanan bebek ölümleri yüzünden. Ben bebeğime yatış kararı çıktığında yanında kalacağımı sanıyordum, böyle olacağını bilsem onu alır başka hastane arardım, kesinlikle teslim etmezdim. Bunun nedeni hastaneye güvenmiyor oluşum değil sadece ondan ayrılmaya hazır olmayışımdı. Annem, eşim ve ben saatlerce kapıda bekleyip birilerinin bize bilgi vermesini bekledik. Saatler boyu ağladım. O anda bebeğimin ateşi, ona iyi bakıp bakmayacakları yada durumunun ciddi olup olmaması değildi beni üzen. Sadece ondan ayrıyım diye ağlıyordum, sanki onu kaybetmişim bir daha kucağıma alamayacakmışım gibi hissediyordum. Eşime yalvardım nolur onu geri al, başka hastaneye götürelim diye. Burada iyi bakılacaksa niye başka yere götürelim, önemli olan ona doğru müdahalenin yapılması, sabredip beklemekten başka çaremiz yok diyerek beni avuttu. Sonunda bebeğimi orada bırakmak zorunda olduğumu kabul edip ellerim boş eve geri döndüm. Kıyafetlerini koklayıp koklayıp ağlamaya devam ettim. Şu yazdıklarımı anne olmayanlar anlayamaz. Anne olup ta bundan daha zor imtihanlar geçirmiş olanlar da çok abarttığımı düşünecektir. Fakat ben o güne kadar daha zorunu yaşamamıştım. Ve benim için  o anda yaşadığım tahammülü çok zor bir şeydi.

                    O gece Fatma Zehra hastanede kaldı, biz evimizde onsuz uyuduk. Ertesi sabah erkenden hastaneye gittik, durumuyla ilgili bilgi almaya çalıştık. Ateşinin düştüğünü ama sarılık riski olduğu için hastanede kalmaya devam edeceğini söylediler. Bazı bebekleri anneleri emzirsin diye üç saatte bir emzirme odasına getiriyorlardı, oraya gelemeyecek durumda olan bebekler için anneler elektrikli süt sağma makinelerinde sütlerini sağıp bırakıyorlardı. Fatma Zehra ışık altında sarılık tedavisi gördüğü için onu emzirme odasına getirmiyorlardı, ben üç saatte bir sütümü sağıp bırakıyordum. Evimiz yakın olduğu için bütün gün orada beklemek yerine üç saatte bir hastaneye gidip işimiz bitince geri dönüyorduk. Yaklaşık üç gün boyunca bu durum böyle devam etti. Sezeryanla doğum yapmıştım, dikişlerim çok yeniydi, doğumdan sonra doğru dürüst dinlenme fırsatı bulamadan yollara dökülmek zorunda kaldım. Ve o gidiş gelişler beni çok yıprattı. Şimdi düşününce o günleri, nasıl dayanmışım, Allah nasıl bir güç vermiş ki düşüp bayılmadan atlatabilmişim o süreci diye şaşırmadan edemiyorum. Zehra'yı almaya gideceğimiz gün Ramazan Bayramının ilk günüydü. Ve bayram şekerimiz olmadan yaptık bayram sabahı kahvaltıyı. Herkesin boğazına dizildi lokmalar. Kahvaltıdan hemen sonra heyecanla gittik hastaneye. Servisin kapısındaki güvenlik görevlisi emzirme saati geçti, şu anda bebeği göremezsiniz bugün taburcu olup olmayacağını da bilmiyorum, şimdi gidin üç saat sonra gelirsiniz deyip bizi başından savdı. Nasıl bir çaresizlikti Allahım, nasıl sabrettik o anda bilmiyorum. Kendimi sokaklara atıp ağladığımı artık dayanamıyorum diye bağırdığımı hatırlıyorum. Normalde böyle bir durumda eşimin yetkili birini bulup bilgi alması ve bebeğimizi ne yapıp edip oradan çıkarması gerekirdi. Çünkü riskli durumu atlatmıştı ve hastanede kalması için hiçbir neden yoktu. Fakat ikimiz de öylesine şaşkındık ki, bunu akıl edemiyorduk üzüntüden. Neyse ki biraz daha bekledikten sonra artık taburcu olması için bir engel olmadığını yetkili birinden duyup bebeğimizi hastaneden çıkardık. Bayram bizim için yeni başlıyordu. Zehra'ya sıkı sıkı sarılıp bir daha seni bırakmayacağım, bir daha hiç ayrılmayacağız diye fısıldıyordum kulağına.

             Söz verdiğim gibi bir daha onu bırakmadım. O ilk ayrılık benim için çok büyük bir travmaydı, sonraki günler haftalar ve aylar boyunca Fatma Zehra'nın yanından hiç ayrılmadım. Hatta çoğu gün akşam olup eşim eve geldiğinde evde yemek bulamazdı. Çünkü ben tüm gün bebeğin yanında oturup onu izlerdim. Aradan aylar geçip işe dönme vakti geldiğinde onu bırakıp gidemeyeceğimi hissediyordum ve işten ayrılma kararı aldım. Bu ikimiz için de en doğru olandı. Bu sayede huzurlu bir annelik süreci yaşadım ve zorunlu olarak birbirimizden ayrılmadık bir daha.

                Yazının en başında ateşle imtihan demiştim, bu sadece yukarıda bahsettiğim olayla sınırlı kalmadı elbette. Fatma Zehra çok sık hastalanan bir bebekti. Büyüdükçe bu durum değişmedi. Sık sık enfeksiyona yakalanan, her defasında ateşi tavana vuran, iki üç gün boyunca devam eden yüksek ateş ve sıtmalanma durumu sürekli tekrarlanan bir çocuk oldu maalesef. Bağışıklık sistemini güçlendirmek için ne yaparsak yapalım, hangi koruyucu tedaviyi uygularsak uygulayalım, hastalıktan kurtulamadık. Belki nazardan, belki narin yapılı oluşundan, belki bütün çocuklar böyle büyüyor da ondan, belki de hepsi birden. Artık ateşi nasıl düşüreceğim konusunda uzman oldum ve bu durumu soğukkanlılıkla karşılamayı öğrendim. Allah bundan daha büyük dertler vermesin diye dua ediyorum. İmtihanımız daha zor olmadığı için Allah'a şükrediyorum. Cümlemizin çocuklarını korusun Rabbim, nazarlardan ve kazalardan. 

18 Nisan 2015 Cumartesi

Sabır ve Şükür Meselesi



                Bugün evimde çok kıymetli misafirlerim vardı. Biri çocukluk arkadaşım, bankada çalıştığım yıllardan beri en yakın dostum Mukadder, diğeri de hem Mukadder hem de çalıştığım  kurum vesilesiyle tanışıp dost olduğumuz kıymetli büyüğüm Gülizar Abla. İkisi de benim için çok değerlidir, görüşlerine fikirlerine çok önem veririm ve her bir araya gelişimizde mutlaka gündelik sorunlara dair farklı bakış açısı geliştirmeme yardımcı olan pozitif insanlardır.

                Bugün bizimle birlikte annem de vardı ve kendi hayatıyla ilgili üzüldüğü bazı hadiselerden bahsedip halinden şikayet eder tarzda konuştu. Malesef bu benim de sık sık yaptığım ve vazgeçmeye çalıştığım bir huydur. Bunun üzerine Gülizar abla dedi ki, hepimizin hayatında karşılaştığı bazı sorunlar ve sıkıntılar var. Hepimizin bir imtihan vesilesi var ve dil ile Allah'tan ne gelirse razıyız diyorsakta aslında kalben razı olamıyoruz, bu yüzden şikayet ediyoruz. Çok güzel bir noktaya vurgu yaptı bence, çünkü gerçekten bazen bir sıkıntıyla karşılaştığımızda dil ile sabır desek bile hal ile sabır göstermekte zorlanıyoruz. Tam olarak içimize sindirememiş olmaktan kaynaklanıyor bence bu durum. Aynı şey şükür için de geçerli, öyle çok şükür nedenimiz var ki, bunların çoğunun farkında bile değiliz. Hatta kaybetmedikçe onların birer şükür vesilesi olduğunu bile fark etmeyiz çoğu zaman.

                Önce sabır konusunu konuşmak isterim. Sabır nedir, neye neden sabır etmek gerekir? Bazen hiç beklemediğimiz bir anda hayatımızı alt üst eden büyük bir olay yaşarız; ciddi bir hastalık gibi, iflas edip malı mülkü kaybetmek gibi, en değerli varlığımız göz nuru bir evladın kaybı gibi. Bu bahsettiğim olaylar kimin başına gelirse gelsin ciddi sarsıntıya yol açar, sabırla mukabele edebilmek, tevekkül göstermek her yiğidin harcı değildir. Ne mutlu imtihanı böyle büyük olduğu halde gerçekten sabır gösterebilenlere. Bir de gündelik hayatta yaşadığımız küçük küçük olaylar ve bunlara gösterilen yada çoğunlukla gösterilemeyen sabır konusu var. En yakınlarımızla; eşimizle çocuklarımızla bazen anne babamızla yaşadığımız sorunlar, iş hayatında karşılaştığımız sorunlar, maddi sorunlar, sahip olmak isteyip te olamadıklarımız, yaptığımız ama kabul olunmayan dualar. Bunlar ilk anda aklıma gelen ve hayat boyu bizi meşgul eden sorunlardan bazıları. Bu sorunlar hayatımızın büyük kısmını oluşturuyor ve çoğu zaman bizi mutsuz eden hatta depresyona kadar götüren nedenlerin başında geliyor. Biz bu sorunlarla niye baş edemiyoruz, niye  tahammül edemiyoruz, niye mutsuz oluyoruz. Çünkü bunların Allah'ın takdiri olduğunu, bizim için yazılmış ilahi bir yazı olduğunu, ne yaşıyorsak bunların hepsinin birer imtihan vesilesi olduğunu unutuyoruz. Bunu sık sık kendimize hatırlatmamız gerek, bunların hepsi benim için takdir edilmiş olan bir kader, bunlar benim imtihanımın parçası, bunlar gelip geçici sıkıntılar, ömür gibi bir gün bunlar da bitecek geriye sınavı verip veremediğimiz sorusunun cevabı kalacak. Böyle düşünebilirsek, sorunlarımıza sıkıntılarımıza böyle yaklaşabilirsek hem tahammül etmek kolaylaşacak, hem de herşeyin Allah'ın takdiri olduğu fikrini lafta bırakmayıp içselleştirmiş olacağız.

                Sabır meselesi madalyonun bir yüzüyse diğer yüzü de şükür. Eğer sabretmemiz gereken bir derdimiz yoksa şükretmemiz gereken çok şey var demektir. Öyle insanlar da varki, dertleri sıkıntıları olsa bile kendilerine şükür nedenleri bulabiliyor ve her vesileyle Allah'a teşekkür etmeye devam ediyorlar. Sabrın da şükrün de en güzel örneklerini peygamberler tarihinde bulmak mümkün. Nasıl Hz.Eyyub (as) ve Hz.Yakub (as) sabrıyla meşhur peygamberlerse Hz.İbrahim (as) ve Resullullah Efendimiz (sav) de çok şükreden peygamberlerin başında geliyor. Günümüzden bir örnek vermek gerekirse yakın zamanda instagramda görüp tanıdığım, kendisi de çok takip edilen bir blog sahibi olan benokız da şükür kelimesinin yaşayan timsali gibi. Bundan önceki hayatında da sahip olduğu herşey için devamlı surette şükreden biri miydi bilemiyorum, eskiden onu tanımıyordum. Fakat yakın zamanda ciddi bir kanser türüne yakalandığını, tedavisinin oldukça ağır şartlarda devam ettiğini ve tüm bunlara rağmen her gün küçük vesilelerle şükür etmeye devam edip bunu sürekli dile getirdiğini biliyorum. Çok yakınımda benzer bir süreci biz de yaşıyoruz ve yakinen biliyorum ki, kanserli birinin moralini yüksek tutabilmesi, tedavi sürecinde karşılaştığı sıkıntılara tahammül etmesi ve herşeye rağmen şükretmeye devam edebilmesi çok kolay bir şey değil. Bu kız bu anlamda kendisi gibi hasta olan herkese aslında çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Diğer yandan şikayet etmek yerine şükretmeye devam ederek kendi moralini her zaman yüksek tutmayı başarıyor ve inşallah Allah nezdinde de imtihanı başarıyla verenlerdendir diye ümit ediyor ve ona en yakın zamanda sağlık afiyet diliyorum. Tabi kendi adıma da dersler çıkarıyorum onun hikayesinden. Çünkü malesef çok şükreden bir kul olamadığım gibi eften püften şeyler için sık sık şikayet eden bir kul olmaktan dolayı utanıyorum.


                İnşallah hepimiz sıkıntı anında hakkıyla sabredenlerden ve sahip olduğumuz nimetlere hakkıyla şükredenlerden oluruz.

11 Nisan 2015 Cumartesi

Orman Kaşifleriyle Bir Gün


          Geçtiğimiz haftasonu İnciraltı Kent Ormanında bir doğa yürüyüşüne katıldık kızlarla beraber. Kiraz Şekeri Anaokulu ve Usturlab Çocuk Atölyesinin ortak etkinliğiydi. Fatma Zehra geçen yaz sevgili arkadaşım Betül'ün güzel okulu Kiraz Şekeri'ne gitmişti. Aslında okulu sadece güzel diye tanımlamak çok eksik kalır, onu ayrı bir yazıda uzun uzun anlatmak lazım:) Okulun kısa süreliğine de olsa eski talebesi olunca sağolsunlar bu etkinliğe bizi de davet ettiler. 

          O gün hava güneşliydi ve yürüyüş için seçilen İnciraltı Kent Ormanı da gayet uygundu bizim için. Program başlamadan epey önce gitmiştik, önce kızlarla kendi başımıza biraz dolaştık. Orada da karşımıza çıkan erguvan ağaçlarını fotoğrafladık, ben kendi kısıtlı bilgi birikimimle kızlara çiçekleri tanıttım, uçurtma uçuran bir dedeyle torunu izledik, henüz yeni yeni açmaya başlamış mor salkımları ziyaret ettik, kızlar biraz taş topladı ve  nihayet etkinliğin yapılacağı yere varıp gruba katıldık. Yeşil çimenlerin üzerine rengarenk minderler atılmıştı, onların üzerine oturup güneşin ve temiz havanın tadını çıkardık. Fatma Zehra öğretmenleriyle ve eski arkadaşlarından bazılarıyla görüştü, Meryem'i onlarla tanıştırdı, ortama ayak uydurmakta ve sosyalleşmekte pek zorlanmadı:) İlk grup toplanınca yürüyüş başladı. Veliler eğer isterse çocuklara katılabilir denmişti, Fatma Zehra bizim de eşlik etmemizi istiyordu, üstelik ben de daha önce hiç böyle grupla yürüyüşe katılmamıştım bu fırsatı kaçırmak istemedim:) 

            Çocuklar ve öğretmenleri önde Meryem'le ben arkada yürümeye başladık. Çocukların her birine birer bez çanta ve birer de büyüteç verilmişti. Ellerindeki büyüteçlerle öğretmenin gösterdiği her şeyi yakından incelediler. Ağaçların köklerini, yapraklarını, çiçeklerini, böcekleri, velhasıl gördükleri her şeyi. Bazı şeyleri daha sonra daha yakından inceleyip defterlerine yapıştırmak üzere toplayıp çantalarına attılar. Kah koşarak, kah yürüyerek yaklaşık 1,5 saati tamamladık. Fatma Zehra çok yakından takip etmedi, öğretmenden ziyade benim etrafımda dolandı ve söylenenleri yapmakta biraz isteksizdi ama yine de ilgisini çekenleri toplayıp çantasına atmayı ihmal etmedi. Öğretmenin tanıttığı küçük mavi çiçeklerin ismine itiraz etti, çünkü ben onlar için mine çiçeği demiştim, öğretmen başka bir isim söyledi, çocuk hiç tereddüt etmeden benim verdiğim bilgiyi doğru kabul etti:) Meryem'de bizimle birlikte yürüyüşe katıldığı için birkaç kez bu benim kardeşim, o da bizimle gelebilir mi deyip öğretmenin ilgisini çekmeye çalıştı ve sonunda başardı, tamam o da bizimle gelsin yanıtını aldı:) 1,5 saatlik yürüyüşün sonunda oturup yarım saat boyunca faaliyet yaptılar. Yolda topladıkları bitkileri beyaz kartonların üzerine yapıştırdılar. Bez çantaların içindeki defterlere resim yaptılar, sanırım bu faaliyet kısmı Zehra'nın daha çok hoşuna gitti ve ilgiyle katıldığını gördüm. Yine Meryem ablasının hemen yanındaydı ve o da beyaz bir kartona birkaç çiçek yapıştırdı. Onlar bu faaliyete katılırken biz de bankadan eski arkadaşım Semra ile sohbet etme fırsatı bulduk. Yani bu orman yürüyüşü çocuklara da bana da çok iyi geldi. 

            İnciraltı Kent Ormanına mor salkımlar biraz daha büyüdüğünde yine gidebilmek ümidiyle oradan ayrıldık. Çocuklar için mutlu bir hatıra, benim için de tatlı bir yorgunluk ve güzel fotoğraf kareleri kaldı:)

Ufka Yolculuk Kültür Yarışmaları

         Zinde Gençlik Spor ve İzcilik Kulübünün üç yıldır düzenlediği yarışmalar var. Bunlardan ilki Ömer Nasuhi Bilmen'in İlmihalinden hazırlanan sorulardan oluşuyordu. Ben maalesef o ilk yarışmadan hiç haberdar olmadım. İkinci yıl yapılan yarışmanın konusu Kuran-ı Kerim mealiydi ve Feyzül Furkan'dan sorumluyduk. Bu ikinci yarışmaya bir grup arkadaşla beraber kayıt olup, topluca hazırlandık. Yani her hafta birimizin evinde oturup sayfalarca meal okuduk. Daha önce de meal ve tefsir okuma çalışmalarım olmuştu kendi çapımda ama bu okumalar hem grup halinde yapıldığı hemde düzenli ve sürekli olduğu için çok daha faydalı oldu. Ben kayıt esnasında hata yaptığım için son anda sınava giremeyeceğimi öğrendim ve çok üzüldüm fakat tabi ki okumalar boşa gitmedi, manevi anlamda kar hanesine yazıldı:)

         Bu yılki yarışmanın konusu Sevgili Peygamber Efendimizin (sav) hayatıydı ve kaynak olarak Prof. Dr. İsmail L. ÇAKAN ile N. Mehmed SOLMAZ' ın ortak çalışması olan Kuran-ı Kerim'e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi kitabı seçilmişti. Bu sefer kaydımı doğru olarak yaptım ve gidip kitabı temin ettim. İlk elime aldığımda hayal kırıklığına uğradım çünkü daha önce hiç karşılaşmadığım bir eserdi ve tam 700 sayfaydı. Fakat okumaya başlayınca korkumun yersiz olduğunu anladım, çünkü çok akıcı bir dille yazılmıştı ve okunması keyifliydi. Böylece ilk okumayı kısa sürede bitirdim. Sınava az bir süre kala ikinci kez okumaya başladım ve altını çizdiğim satırlardan kısa özetler çıkarmaya başladım. Yani bu seferki yarışmayı epey ciddiye aldım, nerdeyse bir üniversite öğrencisi titizliğiyle çalıştım. Çok şükür karşılığını da aldım :)

           Bu yarışmaların gayesi nedir derseniz; insanları okumaya teşvik etmek. Önce dinin temel esaslarının yer aldığı ilmihal, sonra Rabbimizin bize gönderdiği yüce mesajı Kuran-ı Kerim ve son olarak yüce Nebinin Hayatı, bir müslümanın hayatında bir kez olsun okuması gereken üç temel kitap belki de. Ben bu anlamda yapılan çalışmayı çok anlamlı ve faydalı buluyorum. Elbette yarışmalarda başarılı olanlara maddi ödüller de veriliyor fakat daha mühimi insanların bu yarışma vesilesiyle okuyup öğrendikleri ve hayatına aksedenler aslında. Mesela biz geçen sene arkadaşlarla meal okurken pek çoğumuzun daha önce hiç duymadığı ayetler duyduk, üzerinde konuştuk, hayret ettik, hayran olduk, dersler çıkardık. Hepimiz için çok faydalı olduğuna eminim, inşallah bunun devamını getirmek te nasip olur. Aynı şekilde bu yıl girdiğim yarışma sayesinde pek çok şey öğrendim. Efendimizin (sav) hayatını daha önce pek çok kaynaktan okumuştum kitapta geçenlerin çoğunu zaten biliyordum ama hem yeniden hatırlamış oldum hem de pek çok olaya karşı farklı bir bakış açısı geliştirmiş oldum. Üstelik ben kitabı okuyup çalışırken beni izleyen sevgili kızlarım da bu çalışmadan olumlu etkilendiler, mesela büyük kızım rüyasında Efendimizi gördüğünü söyledi ben sınava girdikten birkaç gün sonra, ailecek çok etkilendik ve mutlu olduk. İnşallah O'nun (sav) hayatını layıkıyla öğrenip O'na (sav) benzemeye çalışanlardan oluruz.

             Sınavın sonucu henüz açıklanmadı, bir şey kazandım mı bilmiyorum ama çalışmalarım işe yaradı ; 100 soruda 93 net yaptım :) Umre ödülünü kazanamasam da yeni bir tablet yada telefon gelebilir belki kimbilir :)

               Sonuçlar açıklandı, İzmir genelinde 24. oldum, ilk 20 ye ödül verildi ben bişey kazanamadım, kısmet değilmiş😊


Bir Erguvan Sevdalısı


        Her yıl baharı pespembe çiçekleriyle karşılayan erguvan ağaçlarını bilir misiniz. Yılda sadece bir kez çiçek açar ve bu dönem sadece birkaç hafta sürer. Eğer şanslıysanız ve yakınınızda bir erguvan ağacı varsa baharı size herkesten önce o müjdeler ve kısa süreliğine de olsa o güzelim çiçekleri izlemeye doyamazsınız. 

          Ben bir erguvan ağacına vurulduğumda henüz çocuktum. Okula giderken görürdüm onu. Bahar gelip çiçek açtığında yanından geçerken fark etmemek imkansızdı. Otobüsle geçerken sadece bir iki dakikalığına görebilirdim ama o bile yeterdi. Çiçekleri öyle çok ve öyle pembeydi ki, her bahar açmasını heyecanla bekler oldum  ve yıllar boyu ağaçla aramızda bir bağ oluştu sanki. Asıl tuhaf olansa ne ağacı olduğunu bilmiyordum o zamanlar:) 

      Sonraları İstanbul'da Boğaziçinde pek çok erguvan ağacı olduğunu, baharda meraklısıyla erguvan turları yapıldığını, Bursa'nın da erguvan ağaçlarının meşhur olduğunu hatta erguvan bayramı kutlandığını falan öğrendim. Erguvanlara olan ilgim ve hayranlığım derinleşti. Boğaziçindeki erguvanlarla ilk kaynaşmamız 2010 yılının Nisan ayına kısmet oldu. İzmir'de erguvanlar çok erken çiçek açar ve çabuk yeşillenir fakat İstanbul'da Nisan sonu Mayıs başı gibi açıyorlar. Hem balayında hem de bir sonraki yıl tatilimizi İstanbul'da geçirdiğimiz halde ne lalelere nede erguvanlara yetişemedik. Fatma Zehra'ya hamile olduğum yıl tatili her zamankinden biraz öne aldık, Nisan sonunda İstanbul'daydık. Hem hala solmamış laleler vardı bahçelerde hemde erguvanlar olanca haşmetiyle bizi bekliyordu. O ne cümbüştü Allahım, koruları gezmeye doyamadım. Her erguvan gördüğümüz yere gittik, bol bol fotoğraf çektik, resmen aşık oldum onlara ve tabi eşimde benim bu halime sabretti sağolsun:)

        2012 yılının Nisan ayında asker olan kardeşimi ziyaret için Kıbrıs'a gittik. Hem kardeşimi göreceğim hem de daha önce gitmediğim bir yeri keşfedeceğim için heyecanlıydım fakat daha havaalanından çıkar çıkmaz bizi ilk karşılayan şeyin pespembe açmış erguvan ağaçları olacağını hiç sanmazdım, kimse de bunu bana söylememişti gitmeden. Öyle şaşırdım ve öyle sevindim ki, adım başı karşılaştığımız erguvan ağaçları sayesinde Kıbrıs ziyareti bir bayrama dönüştü benim için. Hem Lefkoşe'de hem de Girne'de çok fazla erguvan ağacı vardı ve sıcak iklim sayesinde erken çiçek açmışlardı. Üstelik sadece onlar da değil, mis kokulu çiçekler açmış portakal ağaçları sayesinde bütün Girne sokakları çiçek kokuyordu. Kokusunu en sevdiğim ağacın portakal ağaçları olduğunu öğrendim böylece:)

            Ve son olarak artık benim şehrimde pek çok minik erguvan ağacı var. İzmir Büyükşehir Belediyesinin bir icraatını hayırla anacağımı hiç sanmazdım ama sağolsunlar yeni yeşillendirilen her yere erguvan ağacı dikmişler. Bu yıl öyle çok erguvan ağacı gördüm ki, İstanbul'a gitmek için bir bahanem eksildi, burada erguvanlara doydum. Şimdi hepsi minikler, büyüdüklerinde sahilden dönüp Kale'ye bakıldığında pespembe bir erguvan korusu karşılayacak meraklı gözleri. Hatta belki burda da bahar gelince erguvan turları yapılacak gelecek yıllarda kimbilir. Ne hoş hayal :)

30 Mart 2015 Pazartesi

İlk Yazıyla Merhaba

bir blog açma fikri uzun zamandır aklımdaydı. bunu ilk aklıma sokan kişi de sevgili dostum ve kuzenim  tuğba akbey İnan'dı. itiraf etmem gerekir ki başlarda cesaret edemedim. fakat sonra başkaları da blog açmamı tavsiye etmeye başladı, bazı blogları takip etmeye başladım ve hevesim günden güne arttı. nihayetinde sevgili eşimin teknik desteğiyle blog adresimizi aldık, ilk satırları şuan yazıyorum. bakalım gelecek günler bize neler getirecek, bu blog bizi nerelere götürecek, hep birlikte seyreyleyip göreceğiz...

blog ismi nerden çıktı derseniz; yıllar önce bankada çalışırken edebiyat kulübü vesilesiyle tanıştığım şair bir arkadaşım bulmuştu bu ismi benim için. o zamanlar kulüp vasıtasıyla kendi yazılarımızı yayınlıyorduk. bu arkadaş benim yazılarım için; kurgulayıp yazmakta başarılı değilsin ama yaşadıklarını anlatmakta çok iyisin demişti. çocukluktan beri bunu yaparım, günlük tutar kendimi ve hayatımı anlatırım deyince de, her hatıranı yazıya dök, her yazıyı birbiriyle ilişkilendir, kitabın adını da çeyizimde günlüğüm koyarsın demişti. henüz kitap yazamadım ama blogla açılışı yaptık inşallah:)

bu blogda neler olacak; güzeller güzeli iki kızım ve onlarla yaşadıklarım olacak en çok. geçmişten ve bugünden iz bırakan olaylar, hikayeler olacak bazen. pek çok blogta yaygın olarak bulunan yemek tarifi verme akımına ben de katılacağım zaman zaman. sevdiğim, beğendiğim bazen de üzüldüğüm  pek çok şeyi paylaşacağım sonuç olarak. umarım sevilen, beğenilen bir blog olur. görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler...